Anadolu irfanından maksat Anadolu Müslümanlığıdır. Özelikle Anadolu irfanı üzerinde ısrar etmemin nedeni Anadolu halkının irfanının sözde okumuşların ilminden üstün olduğu gerçeğidir. Tepeden bakıp cahil dedikleri halk ecdadına burun kıvırmaz, tarihine, kültürüne gelenek ve örflerine, yabancılaşmaz, bu toprağın özbenliğine, kimliğine ve yerli meselelere kayıtsız kalmaz. Okuyarak değil de hayatı yaşayarak öğrenen (kitabi değil tecrübi), bu millet/halk berrak zihinle bazı şeyleri daha erken anlayıp kavradığı için uyanıktır ve bilinci yerinde olduğundan etkilere kolayca tepki verebilecek kabiliyettedir.
Anadolu Müslümanının dini, ahlaki ve ticari anlamda disiplin kazanması ve bunun hane, mahalle ve semt sakinlerine yayılması erenler yoluyla olmuştur. Ahmet Yesevi'nin yetiştirip Anadolu'ya gönderdiği erenlerden Şeyh Edebali Söğüt-Domaniç bölgesine, Somuncu Baba Bursa, Sarı Saltuk'u Niğde - Bor-Bursa arasında, Yunus Emre Eskişehir, Hacı Bektaşi Veli Nevşehir, Mevlana da Konya bölgesini İslamlaştırma faaliyetlerini yürütmüşler, adeta Anadolu'ya manevi mayayı atmışlardır. Abbasiler zamanında uygulanan fütüvvet teşkilatının yapısı Horasan Erenleri vasıtasıyla benzer özellikte ahîlik teşkilatı olarak Selçuklular ve Osmanlılarda etkili olmuştur. Esnaf ve sanatkarların dayanışma teşkilatı olan ahîlik teşkilatı; ticari işletmelerdeki gibi işçi - patron veya tarımsal üretimdeki gibi patron - ırgat ilişkisinden öte usta - çırak ilişkisine dayanırdı, işe yeni başlayan çırakların mesleği çok iyi öğrenmedikçe dükkan/işyeri açamazlardı; usta çırağa bir taraftan meslek öğretirken, diğer taraftan onu iyi ve güzel bir iş ahlakıyla yetiştirirdi. Ahîlerin mesleğe girerken 'doğruluk, emniyet, cömertlik, tevazu, arkadaşlarına nasihat etme, onları doğru yola sevk etme, affedici olma, bencil olmama ve realizm (uyanıklık)'1 gibi güzel hasletleri kazanmaları gerekirken, 'Şarap, zina, livata yapmak, gammazlık, dedikodu, iftira, münafıklık yapmak, gurur, kibir, sert ve merhametsiz olmak, haset, kin, affetmemek, sözünde durmamak, yalan, hıyanet, emanete hıyanet etmek, kadınlara şehvetle bakmak, kişinin ayıbını örtmemek, cimrilik, koğuculuk, gıybet etmek ve hırsızlık yapmak' gibi kötü hasletleri bırakmamaları halinde ahîlik yolundan çıkacakları belirtilmiştir.2 Bu noktada Fatih Sultan Mehmed'in kıssadan hissesi ibret tablosu olarak önümüzde duruyor, bir gün tebdil-i kıyafetle çarşıyı dolaşan Fatih Sultan Mehmed alışveriş yaptığı dükkandan ikinci bir malı daha almak ister. Fakat esnaf 'ben siftahımı yaptım, rızkımı kazandım, ama komşu esnaf siftah yapmamıştır, varın o ihtiyacınızı ondan alın' der. Fatih Sultan Mehmed, son esnafın dükkanından aynı şekildeki temenniyle çıktıktan sonra ellerini Allah'a açarak şükreder. Yanındakilere 'böylesine tok gözlü ve kanaatkar halkın karşısında hiçbir düşmanın duramayacağını' ifade ederek, 'tebam birbirine bu kadar bağlı ve dürüst oldukça milletimin sırtı yere gelmez, ben bu insanlarla değil İstanbul'u dünyayı fethederim' veciz sözünü söylemiştir. Kapitalizme yenik düşen bu toplum birbirlerine kardeş gözüyle bakan ahi esnafının güzel hasletlerine ne kadar da muhtaç değil mi?
Günümüzde şehirde otopark işletmecileriyle esnaf arasında yada taksiciyle müşteri arasında, köyde arazi meselesi veya su yüzünden çıkan tartışma ve kavgalar, buna benzer birçok üzücü hadisede yaşanan tartışmaların giderek büyüdüğü, tarafların silahları çekip birbirlerini öldürmeleriyle sonuçlandığı güncel haberlere yansımaktadır. Kentlerdeki esnaf ve işletmecilerde taşradakinden farklı olarak samimi duyguların yerini daha çok kazanma hırsı ve rekabetçilik aldığından ecdadının ahi esnaf teşkilatındaki merhamet, şefkat, anlayış ve hoşgörülerini yitiren buzdolabı gibi soğuk insanlar birbirlerini düşman olarak görmeye başladılar. Toplumu yaşanmaz kılan insanlardır, insan kaynakları doğruluk adalet ve ahlak zemini üzerine inşa edilmediği için değil midir ki, bugün toplumun yaşadığı ızdırap, güvensizlik, haksızlık ve her türlü kaos sıradan hale geldi. Aile ve toplumdaki huzursuzluklar gittikçe arttı; büyük sözü dinlemeyen küçükler, merhametini yitiren büyükler, empatiden yoksun vicdanın sesine kulak tıkayan egoist ve benciller, akrabalık bağlarını kopardığı gibi yanı başındaki komşusundan habersiz yaşayan, kendini cep telefonu ve internetle avutan yapayalnız insanlar gün geçtikçe çoğalıyor.
Anadolu irfanının ecdatta nüksetmiş halinin günümüze yansımaları olmadığı için Ramazan ayında adeta iftar yemeği verenin herkesi teşhir edercesine reklamını yapanları, bazı belediye ve iş adamlarının hayır ve hasenat yapmanın üslubuna ve edebine aykırı bir şekilde gösteriş yapmak amacıyla verdiği bir koli paket için bile fakir - fukaranın gururunu ayaklar altına alanları veya normal zamanlarda nakit yardımını yada yapılan başka yardımları twitter, facebook ve whatsap gibi sosyal medya hesaplarında paylaşarak riyanın dibine vurup ihlasını sıfırlayanları görmek sıradanlaştı.
Halbuki Osmanlıda fakir ve yoksulların nefsini rencide etmeden, gururunu incitmeden sadaka taşlarıyla bu yardımlar ulaşıyordu. Sadaka taşları, cami avlularının en tenha kısmına yerleştirilen ve yaklaşık olarak bir insan boyuna yakın, üst kısmında küçük bir oyuk bulunan silindir şeklindeydi; mali gücü yerinde olan kimselerin söz konusu oyuğa bıraktıkları sadakaları, daha sonradan muhtaç olanlar ihtiyacı nisbetinde alıyorlardı, böylelikle sadaka veren kişi o sadakayı kimin aldığını bilmiyordu. Kültür ve medeniyetimiz olan Anadolu irfanına sarılarak içinde olduğumuz keşmekeşlerden ve buhranlardan çıkabiliriz.
Yararlanılan Kaynaklar
1) Naime Karatay, Osmanlılarda Ahî Teşkilatı, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul 1942, s.13.
2) Taner Tatar-Mehmet Dönmez, 'Zihniyet ve İktisat İlişkisi Çerçevesinde Ahîlik Kurumu', Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları, Malatya 2008, s.198.