‘Ben olsam’la başlayan cümlelerin dökülmüş sırmalarına(*) maruz kalmışızdır hayatımızın her döneminde. Akıl veren çoktur bizim topraklarda, aklını alırım sözü de rivayet değildir sokağın kayda düşülmüş dilinde.
Kuru gündeliğin sıradan hizmetkarı olup çıkmışızdır, buna rağmen gece uykularda tırnak yeme alışkanlığından da vazgeçemiyoruzdur. Beton bloklar yükseldikçe yükseliyor, köşe bucağa tasvir edilemeyecek otlar ekiliyordur yeşil bir görüntü olsun diye. Malum kilim altına atmayı çok severiz tozu kiri.
Unutkanlığın balçığı olan vicdan, içine battığın çıkamadığın bir kelimeye dönüşmüşse, tarih yalnızlaştıkça yalnızlaşan eksik bir kronolojidir.
Anadolu’dan kopup gelenlerin, muhacirlerin, sıkış tepiş hale gelen büyük kentlerin arka sokaklarıdır çaresizlik, suçlar belki de günahlar. Çilesi var ülkenin, nereye baksan yangın yeri değil mi sizce de vicdanları yaralayan o sinsi hançer.
Göç, bıçağının ucuyla dayandı kapılara…Misafir değil, geldiği yere geri dönmeyen, sürekli dirilen yenilenen, bölünen hücreler gibi. Feryatla dolansan ne yazar meydanda, reddedilen ve kovulan herkes ulu orta çıplaklığıyla köçek oynuyor yanımızda.
Güruh, kızgın ama kime? Günahlarının bedeli olduğuna inanıyor bir tarafıyla. Oysa dünya hırslarından arınmadıkça, savaşlar bu kadar yakınımızdayken, hayaletlerle bu kadar iç içiyken fısır fısır konuşmaktan öteye gidemiyor büyük levhayla yazılan doğru sözleri.
Yeri yurdu bilinmez mezarlarla doluyor her yer. Ölüm toprağı, suyu, ekmeği ateşe veriyor devrin belki de en çürük zamanında.
Gidenden değil ama asıl kalbimizde kalandan hesap sormamız gerekmez mi?
Mazlumu, kurbanı oynamak kolaydır. Bu iki yüzlüğe önce kendimizden başlayarak tüm katmanlarıyla mücadele etmek gerekmez mi?
Haraca kesilen bir dünyanın, kirinden, yağmasından kurtulmayı dilemek yetmez, direnmekle insanlığımız huzura kavuşur.
Bir anlayalım iki gözüm, ateşle su bir araya gelince buhar olup gidenden biz neyin hesabını soralım?
(*)Sırmalar: İçi boş parlak sözler.