Kavramları kullanırken ya da yorumlarken, eğer üzerine derinleşmemişsek, onları çoğunlukla kendi penceremizden anlamlandırıyoruz. Bunu yaparken, kavramların içini ideolojik bagajlarımızla, kalıplaşmış fikirlerimizle, dürtüsel beklentilerimizle ya da duygusal tahakkümlerimizle doldurabiliyoruz. Sonuçta ise evrensel ve/veya ulusal düzeyde toplumsal nitelikte ortak bir dil kurmakta zorlanıyor, birbirimizi anlamaktan uzaklaşıyoruz. Bu durum, toplumsal ayrışmayı ve bölünmeyi beraberinde getiriyor.
 

Bu sorunun en çok hissedildiği alanların başında ise hukuksal kavramlar geliyor.
 

Hukuk; hak ve özgürlüklerin en ağır koşullarda dahi korunmasını esas alır. Bir ülkede hukukun varlığı, bazı temel göstergelerle ölçülür:
 

Barışçıl itiraz hakkı, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, örgütlenme hakkı ve tüketmeme hakkı.
 

Barışçıl itiraz hakkı: Vatandaşların, kamusal karar ve uygulamalara karşı şiddet içermeyen şekilde ses yükseltebilmesi; protesto, gösteri ve yürüyüş yapma özgürlüğünün güvence altında olmasıdır.
 

Düşünce özgürlüğü: Bireylerin herhangi bir düşünceyi benimseme, sorgulama, eleştirme ve zihninde taşıma hakkının engellenmemesi; düşüncelerinden dolayı yargılanmamasıdır.
 

İfade özgürlüğü: Düşüncelerin söz, yazı, sanat ya da dijital platformlar aracılığıyla serbestçe ifade edilebilmesi; medyanın, sanatçıların, akademisyenlerin ve yurttaşların herhangi bir baskı görmeden kendini ifade edebilmesidir.
 

Örgütlenme hakkı: Kişilerin düşünce, beklenti, itiraz ve taleplerini yaygınlaştırmak için faaliyetlerde bulunabilmesi; ortak amaçlar etrafında bir araya gelerek bunu sistemli hale getirmek için dernek, sendika, vakıf, inisiyatif ya da platformlar kurabilmesi ve faaliyet yürütebilmesidir.
 

Tüketmeme hakkı: Bireylerin, ürün veya hizmetleri satın almama, boykot etme ya da desteklememe hakkının tanınması; bu tercihlerinden dolayı suçlanmaması ve cezalandırılmamasıdır.
 

Bu hakların baskı altına alınması, soruşturulması ve bu gerekçelerle tutukluluk ya da hükümlülük hallerinin oluşturulması, doğrudan hukuksuzluğun bir göstergesidir.
 

Ekonomiye en büyük zararı hak ve özgürlükler değil, bu hakların korunmaması — bir başka deyişle, hukuksuzluk — verir.
 

Fiyatları dengelemek, ancak adaleti dengelemekle mümkün olur.
 

Ekonomiyi güçlendirmek ise, hak ve özgürlükler ne kadar güçlü koruyabildiğinizle — yani hukuku ne kadar güçlendirebildiğinizle ilgilidir.
 

İnsanlar kendini güvende hissettikçe parasını ortaya koyar; özgür oldukça ve haklarının korunduğunu bildikçe harcamaya, yatırım yapmaya cesaret eder.
 

Tam da bu yüzden, bir toplumun ekonomik yapısı ile hukuk yapısı birbirinin yansımasıdır. Aralarında görünmeyen bir ilişki vardır.
 

Hakların güvence altında olmadığı bir yerde üretim düşer, tüketim azalır, yatırım durur. Memnun azınlıklar bu akıbeti tersine çeviremez. Çünkü ekonomi, toplumun en güçlü kesimlerinden, en güçsüz ve en görünmeyen kesimlerine kadar uzanan bir ilişki ve etkileşim ağının ürünüdür.
 

Bu yüzden, toplumsal kutuplaşmanın arttığı dönemlerde hukuka daha fazla sarılmak gerekir. Kutuplaşan toplumlar, mahallelere bölünür ve kaçınılmaz şekilde çatışmaya sürüklenir. Böyle toplumlarda, konu “karşı mahalle” olduğunda hak ve özgürlüklerin bir öfke nesnesine, bir cezalandırma aracına dönüşmemesi gerekir.
 

Bu, düşman hukuku olur.
 

Adaleti ve merhameti olmayan, kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan bir anlayıştır.
 

Adaletin belirli gruplara göre farklı uygulanması, toplumsal barışı ve güveni zedeler. Sadece belirli bir kesimi etkiliyormuş gibi görünse de, aslında tüm toplumun ortak ihtiyacı olan barış ve güveni aşındıran bir süreçtir bu.
 

Mahalleler ne kadar ayrışsa da ülke bizim, ülkü bizim, ümit bizim demek ve kutuplaşmamak gerekir.
 

Barış ve hukuk (hak ve hürriyetlerin korunması), herkesin ortak ihtiyacıdır. Çünkü adalet, en çok farklı düşünenlerin birlikte yaşayabildiği ve paylaşabildiği bir düzen kurabildiğinde gerçektir.