Upuzun bir zamandır cinneti, usun etmeye çalışan metinler okuyorum. Ekranlardan beklentim yok, farkında mısınız haberler aygır gibi oturuyor göğsümüze! Korkunç olan, kamusal alanı da işgal eden zorba dil, iletişimi çöküntüye uğratıyor.
İyicil olan ne? Ya boğazımıza kadar inen top kayıplara ne demeli.. Bir çöküntü fotoğrafçısı olarak yakın geçmişimizde kalan, uçuşur gibi duran, kimine göre filizlenen emek konusunda, iki parmak bulanmış zihnimle bir izlek bırakmak istiyorum.
Canım sıkkın, gömleğimi dört ucundan tutup çekiyor. “Görüşmeyelim bir daha” diyor sokağın dili. Hem neden kaçıyor ki, aşıya mı ihtiyacı var o boğumlanmış konuşmaların? Anlaması zor! Dünyaya bir dalgakıran gerekti ama önüne geleni yıkıp geçti sanki dalgaları.
Var olmak için gösterilen tüm insansı çabalar, günlerin günahsızlığıdır. Duyarlılığı ise belki de en büyük cehennemi. İnsanın sözle uydurduğu değil, atalardan gelen yaşanmışlığın emeğinin sosyal hikayesidir sevgi ve saygı. Kaleydoskoptan görünen, huzur tadında, renk veren bu kavramlar, yitip gitmesini istemediğimiz, izini sürdüğümüz bir harita aynı zamanda.
Saygı, hak etmek üzerine bir macera, sevgi tekamülden öte içsel bir buluşma, güçlü istek imkanları zorlayan. Bağlılık istiyor her ikisi de sizce birbirinden ayrı mı? Yoksa çekinik mi biri diğerine göre? Bana göre özüne varamadığımız büyük bir ayrım var aralarında.
Sevmek zorunda olmadığımıza göre herkesi, eski bir ölçüyle bile olsa, insanca bir özdenlikle belki onu kaplamak, belki de duygulanmayan bir sınırla bir başkasına yaklaşmak gerekmez mi?
Kalıpçılık değil saygı, zarif işçiliğiyle ışıklı bir duruşu ince ince dokumak, emeğin kutsiyetiyle yüksek bir medeniyeti ruhunda hissetmek…
Saygının varlığı yokluğundan daha üstün, üstelik birden ilgiyi toplayan, tazelenen cesur duruştur. Karşılıksız, rastlantısal olmayan bir duruş..