Yeni nesillerin, görünmeyen fakat hissedilen hâkimiyetinde yeni zamanları yaşıyoruz. Elinde telefon, kucağında veya masasında bilgisayar ile büyüyen, büyütülen nesiller bunlar. Belli bir yaşa ulaşmış bizlerse gelişmelere ayak uydurmaya gayret ediyoruz. Kitap okumak, çoğu genç için artık bir kenara bırakılması gereken “vakit kaybı”ndan başka bir şey olarak görünmüyor. Öyle ya, telefondan saniyeler içinde öğrenilecek şeyler mevcutken saatler ayırıp uzun cümlelerden müteşekkil sayfalarda kaybolmanın ne lüzumu var? Her şey küçük bir ekran aracılığıyla çabucak öğrenilirken kitaplardan öğrenilecek ne olabilir? Oysa o küçük ekranda her şey (!) var ve üstelik fikirlerinizi de sosyal medya aracılığıyla kolayca paylaşabiliyorsunuz. Ne sorgulayan ne mutlak doğruyu arayan var… İşte bu rahatlık, yanlış bilgilerin yayılmasına öncülük ettiği gibi bir başka tehlikeye de pencere açıyor; dilde bozulma.
Klavye başındaki yazışmalar, Türkçenin dil yapısının, imlâ kurallarının giderek bozulmasına sebep oluyor. Birçok insan, klavye ile hızlı yazma uğruna Türkçenin basit kurallarına riâyeti gereksiz buluyor. Böylece ayrı yazılması gereken “–de, -da” eklerini bitişik, bitişik yazılması gereken “–ki”leri ayrı veya tersi kullanımları sosyal medya yazılarında her gün görebiliyoruz. Cümle kurumlarında tuhaf kısaltmalara başvurmaksa gündelik yazışmalarda vaka-ı âdiyeden kabul ediliyor.
Gazetelerde çeşitli konularda her gün fikirlerini dile getiren köşe yazarlarının da yazım kurallarına uymadıklarını birçok yerde yakalamak mümkün. En hüzün vereniyse edebiyat alanında kaleme alınan birçok eserin bile imlâ yanlışlarıyla dolu olması. Oysa imlâya en çok hassasiyet göstermesi gerekenler edebiyatçılar değil mi?
Edebiyat dışında yazılan bilimsel makale ve kitaplarda da yazım yanlışları yer alıyor. Üstelik ilk yanlışı yapanı takip eden diğerleri de bu yanlışı doğru zannederek kullanmaya devam ediyor ve işte böylece galat-ı meşhur lûgat-ı fasîhden evlâ hâle –maalesef- geliyor. Öte yandan bazı bilim insanlarının edebî eserleri okuma konusundaki eksiklikleri, yazdıklarında kendini gösteriyor. Uzmanlık alanlarında kaleme aldıkları eserlerde anlatmaya gayret ettikleri değerli bilgiler, az sayıda kelime kullanmalarının yol açtığı eksik ifadeler ve Türkçe imlâ hataları arasında kaybolup gidebiliyor.
Bilindiği gibi Arap harflerinin bırakılmasını müteakip dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimeleri hızla “temizleme” gayreti, Türkçenin ifade zenginliğini kısa sürede zayıflattı. Bırakın gündelik hayattaki kelimeleri, edebiyat dilinde kullanılan kelime sayısındaki azalma bile metinlerin ifade bakımından fakirleşmesine ve dolayısıyla anlatımların, ruhunu büyük ölçüde kaybetmesine sebep oldu.
Bu satırların yazarının, temsilcisi olduğumuza inandığı Şark medeniyetinden uzaklaşma uğruna azaltılan Arapça ve Farsça kelimelerin yerine Batı dillerinden alıntı kelimelerin koyulması, bir garabet olarak karşımızda duruyor. “Hekim” kelimesi yerine “doktor” kelimesinin kullanılması, Batılılaşma manasında bize ne gibi bir katkıda bulundu veya tıbbiyede muazzam inkişafa sebep oldu mu? Üzerinde düşünmeye değer görünüyor.
İşte, cebimizdeki, masamızdaki ekranlardan gerçekleştirilen yazışmalarda kullanılan üslûp da tıpkı Türkçenin Arapça ve Farsça kelimelerden “temizlenmesi” harekâtındakine benzer zararları dilimize veriyor. Ekranlarda hızla yazılan kelimelerin harf sayısı kısaltılıyor, ifadeler, gülen yüz, kızgın yüz gibi görsellerle bezenerek yazı, neredeyse ikinci plana itiliyor, renkli ekranlarda Mısır hiyeroglifleri âdeta tekrar vücut buluyor. Zavallı sesli harflerse galiba en mazlum topluluğu oluşturuyor çünkü çoğu zaman seslilerin bir kısmı yazılmadan sessizlerle kelime oluşturma yoluna gidiliyor; “görüşürüz” yerine “grşrz” hatta “grsrz” kullanımı gibi...
Bizlerin ve yeni nesillerin akıllı cihazlardan ayrılmasını beklemek artık mümkün olmadığına göre Türkçemizin ifade zenginliğini nasıl muhafaza edebiliriz ve nasıl eskisi gibi zengin hale getirebiliriz? Okullarda bu yöndeki gayretleri takdirle karşılamak gerekir, birçok hocamız, öğrencilerini kitap okumaya teşvik ediyor. Bununla birlikte başka tehlike de mevcut. Her biri yazarlarının muazzam emekleriyle ortaya konan birçok klâsik eserin birkaç sayfaya sığdırılan iğrenç özetleri, kitapçılarda hatta kırtasiyelerde yer alıyor. Böylece öğrenci, yüzlerce sayfalık muhteşem eserleri okuyarak dilin eşsiz ifade ustalıklarıyla yazarın muazzam hayâl dünyasıyla karşı karşıya kalacağına birkaç sayfalık sığ bir özetle yetinmeyi kolaylık kabul ediyor. Eğer “bunda ne var?” dersek birkaç yıl sonra karşımıza, yukarıda bilim insanlarının hatta edebiyatçıların eksik ifadelerinden şikâyet ettiğimiz satırlar tekrar çıkacaktır. Okursak aşabileceğimiz, okumazsak sığ cümlelerde boğulacağımız, Türkçe açısından tehlikeli bir döngü bu.
Hocalarımızın Türkçe okumaya yönelik tavsiyelerine destek olarak yeni açılan kütüphaneler de bu yüzyılda aynı konuda umut verici gelişmeler arasında sayılabilir. Özellikle okulların dışına açılan kütüphanelerin öğrencilerin sadece ders çalıştıkları değil kitaplarla hemhâl oldukları mekânlar halinde hizmet vermeleri, geleceğe dönük umutlarımızı yeşertiyor. Millet Bahçelerinde bu anlamda kütüphanelerin kullanılmaya özendirilmesi, önemli görünüyor.
Cumhuriyet’in yüz yılının sonunda, kullanılan kelime sayısındaki eksilme ile Türkçemizin ifade zenginliğinin giderek yok olması, giderek tehlikeli boyutlara ulaşıyor. İmlânın dikkate alınmadığı yazıların fütursuzca kaleme alınması, Batı dillerinden kelimelerin sözde ilericilik veya konuya hâkimiyetin bir ifadesinin ispatı gibi kullanılması, karşımızda, âdeta yenilmesi gereken düşman gibi duruyor.
Bütün olumsuzluklara karşın Cumhuriyetimizin gelecek yüz yılında Türkçeyi sevenlerin ve Türkçe yazımlarında kurallara olabildiğince titizlik gösterenlerin devam eden varlığı, müspet rüzgârları hissettiriyor. “Oku!” emriyle başlayan mukaddes dinimizin ilk emrine sahip çıkmamız, Türkçenin bunaldığı sahalardan kurtulması için de yol göstericiliğini muhafaza ediyor.