Bundan tam 2450 yıl önce (M.Ö. 430- 427) tahminen 75 bin ile 100 bin arasında insanın öldüğü bir Veba Salgını oldu Antik Yunan topraklarında. Tam da o yıllarda Peloponez Savaşı (MÖ 430) yapılıyordu güçlü iki şehir devleti Atina ve Sparta arasında. Atinalıların savaşı kazanacağı düşünülüyordu; ama olmadı. Atinalı devlet adamı Perikles'in de öldüğü bu Veba Salgınında Atina Kent Devleti, ordular ve sivil halk perişan olmuştu. İnsanların toplu ölümüne Atinalılar, belki de ilk kez tanıklık etmişti. Belki de bu salgın tarihte ilk salgın değildi. Yukarıda bahsedilen, yazılı kayıtlara geçtiği için önemli bir tarihi olaydır. Bu tarihten ötesini pek bilemiyoruz. Bildiğimiz şu ki salgınlar, felaketler, insanlık tarihiyle başladı; çünkü insanlık, ihtiraslı liderleriyle dünyaya hakim olmak istedi: hiç yoktan savaşlar çıkardı, doğaya güç gösterisinde bulundu, yaktı, yıktı, kirletti. Doğanın dengesini bozdu. Yunanlı hekim Hipokrates ise bu salgının ortaya çıkışını 'Çevre Güçleri' olan 'hava, su ve yer' ile tanımlamıştı. Hava, su ve yer doğanın omurgasıdır. Biri bozulursa, yok edilirse diğerleri de bozulur. Doğanın omurgası insanlığın ortak malıdır. Omurgada kayma olursa insanlık zarar görür. Şu bir gerçek ki tarihe tanıklık eden 5. Yüzyıl halkı ihtirasa seyirci kaldı, omurgadaki kaymayı fark edemedi. Bu yüzden insanlık tarihinin ataları, toplu ölümlerin mantığını uzun süre anlayamadı. Tıpkı bu gün, salgının nasıl ve hangi nedenle çıktığının anlayamaması gibi…
İnsanoğlu M.Ö. 396 yılında da çok önemli bir tarihi olaya tanıklık etmişti. Kartacalıların Sirakuza'yı kuşatması sırasında, ordu içerisinde savaşın seyrini değiştiren veba salgını çıkmış ve kuşatma kalkmıştı; ama daha da önemlisi Kartacanın Sicilya'daki askeri varlığı çökmüştü. Bu, o denli önemliydi ki Kartacalılar başarılı olsaydı, Akdeniz coğrafyasında Roma egemenliği yerine Kartaca İmparatorluğu kurulabilirdi. M.S. 541 yılında ise Doğu Roma halkı, yine tarihte bilinen en büyük can kaybına mal olan 'Jüstinyen Vebasına' tanık oldu. O yıllarda Konstantinopol'de İmparator Jüstinyen tahtaydı. Nüfusun neredeyse tamamını yok eden salgın, Avrupa'da başladı, Mısır'a oradan Filistin'e, Suriye'ye ve Anadolu'ya ulaştı. Jüstinyen, Konstantinapol'ün giriş çıkışlarını kapattıysa da salgının yayılmasına engel olamadı. İmparatorların, kralların, komutanların; Atina, Sparta, Mısır, Filistin, Suriye ve Anadolu halklarının tanıklık ettiği, fakat çaresiz kaldığı bu yüzyıllar süren Veba Salgınında, 100 milyona yakın insanın öldüğünü yazıyor tarih. Antik Yunan'da, Roma'da, Bizans'ta bu yıllar çok sıkıntılıydı.
Haçlı Seferleri sırasında da salgın hastalıklar vardı. Filistin topraklarını ele geçirmeye gelen Haçlı ordularının önündeki tek engel, ordudaki bulaşıcı hastalıklardı. İnsanoğlu bu tarihi olaya da tanıklık etti. Savaş isteği hiç eksilmediği için krallar, imparatorlar, devlet başkanları sürekli, yeni topraklar işgal etmek istiyordu. Bu doymak bilmeyen ihtiras ordu gerektiriyordu. Hırslı liderlerin, dünyanın dengesini bozmak uğruna yeni savaşlara imza atmaları, ne yazık ki insanlığın sosyal çöküntüsü yanında, ruhsal yönden bozulmasına da neden olmuştu. Ordu, 100 binlik 200 binlik asker demekti. Askerlerin ise içeceği su, yiyeceği yemek, temizlik, kılık kıyafet, barınma; askerlerin ihtiyacı için beslenen hayvanlar ordu için sürekli risk demekti. Bir gün içilen kirli su, orduda salgın anlamına geliyordu. Yüzlerce insan aynı çadırda, aynı karavanada buluşuyordu. Tencere tavanın temizliğinden; el, ayak, saç, tırnak temizliğinden bahsetmiyorum. Bir günden değil, aylara yayılan bir hayattan bahsediyorum. Yine bu seferler döneminde, 1227 yılında, Almanya İmparatoru II. Frederick'in kafasında savaş vardı. Haçlı ordularına destek amacıyla ordusunu hazırladı, gemilere bindirdi; fakat bu kez de dizanteri salgını askeri perişan etti. Frederick'in kafasındaki bütün planlar altüst olmuştu.
İnsanların ayak bastığı tüm kıtalarda, neredeyse her yüzyılda hastalıklar, salgınlar devam etti. Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve hemen hemen her ülkede Veba başta olmak üzereKolera, Dizanteri, Grip,Tifo, Tifüs, Verem, Trahom insanları kırıp geçirdi.Savaşlarla beraber insan ölümleri hızını kesmedi. Nitekim 14. Yüzyılın ortalarında Avrupa'da halk, 'Kara Ölüm' adı ile tarihe geçen,tahminen 50 milyon insanın öldüğübüyük veba salgınına tanıklık etti. Avrupa'nın ekonomik, sosyal ve demografik yapısını değiştirmişti bu salgın. Hatta dünya edebiyatının ilk hikaye yazarı Boccaccio, İtalya'daki salgında evinden çıkmadığı günlerde, edebiyatımızda ilk hikaye örneği olan Decameron'u yazdı. Yazar eserinde, salgınının halk üzerinde yol açtığı sosyal, psikolojik ve ahlaki çöküşü dile getiriyordu. Avrupa, tarihinin en zor günlerini yaşıyordu. Dünyanın omurgası gittikçe kayıyordu.
Osmanlı coğrafyasında Taun olarak bilinen Veba, hemen hemen her yüzyılda:15. 16. 17. 18. Yüzyılda ve I.Dünya Savaşında hız kesmeden devam etti. Atalarımızın bu topraklarda tanıklık ettiği bu ölümcül salgınlar, bütün Osmanlı topraklarında zaman içerisinde binlerce insanın ölümüne neden oldu. Bir kısım çevreler bu ölümlere ilahi anlam yükledi ve Tanrı'nın bir cezası olduğunu düşündü. Sonradan da 'Mübarek Taun' adını verdi. Mübarek Taun bu topraklarda kolay yayılıyordu. Deniz ve kara ticaretinin yoğunluğu, İpek Yolu güzergahı olması hastalığı salgın haline getirdi. Ayrıca Osmanlı da diğer imparatorluklar gibi genişlemek, büyümek istiyordu. Padişahlar ihtiraslıydı. Dünyaya hakim olmak istiyordu. Genişleme ise kuvvetli ve kalabalık orduyla oluyordu. Yeni fetihler, ticaretin genişlemesi salgını kartopu gibi büyütüyordu. I. Dünya Savaşına geldiğimizde aynı acılar artarak tekrar yaşandı. Osmanlı savaştan yenik çıkmıştı. Mondros'la beraber salgına yakalanan askerler evlerine dönerken hastalığı da evlerine taşıdılar. Daha da önemlisi, salgınlarda ölen kişilerin kıyafetleri yokluk ve yoksulluktan imha edilmiyor, yakınları tarafından tekrardan kullanılıyordu. Bu durum, var olan salgının yayılma hızını arttırıyordu. Hastanesiz, hekim, hemşire ve ilaç olmadan bu ölümcül salgını atlatmaya çalıştı Osmanlı. Gribin yanında tifo, tifüs, verem, trahom ile de mücadele ediliyordu. Ölü sayısı gittikçe arttı. Sadece İstanbul'da ölen insan10 bin civarındaydı.Şu da bir gerçek ki salgın nedeniyle ölenler savaşta ölenlerden fazlaydı. Sadece iki örnek bile yeter: Kırım Savaşı'nda ölenler 20 bin iken salgından ölenler 75 bin, Kurtuluş Savaşı'nda ölenler 9 binin üzerinde iken, hastalık ve salgından ölenler 23 bin civarındaydı. Sonuçta zarar gören Osmanlı Devleti siyasi, askeri, ekonomik,sosyal ve kültürel yönden gücünü kaybetti. Sıkıntı çok büyüktü; sorun padişahı, şeyhülislamı, ulemayı aşıyordu. Toplanan vergiler azaldı. Askeri harcamalar durma noktasına geldi. Osmanlı için bu günler zor günlerdi.Zor günler edebiyatımıza da yansıdı:
'Gitti koçyiğitler ağlar anası
İş Mevla'dan geldi, nedir çaresi
Sağ u sol yanında veba yarası
Kudret hançerini vurdu bu sene'
Edebiyatımızın usta ismi Hüseyin Rahmi Gürpınar, 'Hakka Sığındık' adlı romanında İspanyol Gribi salgınından bahsetti.
İspanyol gribini Nazım Hikmet ise şöyle anlattı 'Kuvayı Milliye Destanı'nda:
'Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz:
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar,
bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914'ten 918'e kadar yedi bitirdi bizi.'
Metin Eloğlu ise 'Lokman Hekimin Sev Dediği' şiirlerinde:
…………
'Penisilin halk şiiri canlı sinema
Mapusaneler Yedi düvel harbi İspanyol nezlesi
Sultan Hamid Don Civani
Ne bilsinler seni sevdiğimi' dizeleriyle anlattı.
……………..
Yeni topraklar kazanmak, dünyaya hakim olmak isteği pahalıya mal oluyordu devletlere. Osmanlı topraklarında da omurga kaymaya devam ediyordu.
7. Yüzyılda,Allah Elçisi'nin yaşadığı topraklarda ve hemen arkasındanHz. Ömer döneminde de Müslümanlar tarihe tanıklık ettiler.İslam dünyasının neredeyse tümünde:Sasanilerin topraklarında, Suriye'de,Kufe'de, Mısır'da, Irak'ta, tüm bu coğrafyada yüzyıllar içerisinde salgınlar hiç eksik olmadı. Yüz binlerce insanın öldüğü yazıldı, çizildi. Tehlikeli boyutlara ulaşmıştı bu salgınlar. HattaEmevi halifesi III. Yezid b. Velid'in 744 yılında Veba (taun) sebebiyle vefat ettiği de söylenir.İşin ilginç tarafı, kimi Müslümanlar, tüm felaketleri ve salgınları ilahî bir cezalandırma olarak düşünmüşlerdi. Bu kolaycı anlayış, ne yazık ki günümüzde de her dine mensup kimi tarikat veya cemaatler tarafından da dile getiriliyor, destekleniyor. Bütün dini toplumlarda olduğu gibi Müslüman ve Gayrimüslimler salgınlara dini boyuttan bakmışlardır: Müslümanlar, 'Salgınlar Allah tarafından gönderildi, ölenler cennete gidecek,' derken, Gayrimüslimler ise, 'Tanrı bize bir azap gönderdi,' demişlerdir. Aynı topraklarda bu kez, 1860 yıllarında, tahminen 700 bin insanın ölümü ile sonuçlanan Kolera salgını, Müslüman hacılarla birlikte Mekke'ye kadar yayıldı. Ülkelerine dönmek zorunda olan hacılar bu kez salgını Ortadoğu'ya, Rusya'ya, Avrupa'ya, Afrika'ya ve Kuzey Amerika'ya taşıdı. Salgınlar ne yazık ki dünyada sınır tanımıyordu. Dünyanın omurgasında kayma gittikçe artıyordu.
Dünyanın zaferlerine ve kavgalarına, varlığına ve yokluğuna tanıklık eden insanlar, dünyanın tümüne sahip olmak isteyenler, bütün güç bende olsun diyenler, dünyaya şekil vermek isteyenler ihtiraslı insanlar: krallar, imparatorlar, padişahlar; papalar, pederler, şeyhülislamların hepsi bu gün unutuldu; hepsi toz, duman, taş, toprak oldular. Tarihte bu örnekler yaşanmışken, bu gün dünyamızda gerek devletler olsun ve gerekse devletlere yön veren uluslar arası şirketler, vakıflar, tarikatlar aynı anlayış içerisinde, bu sefer de ekonomik varlıklarıyla dünyaya hakim olmak istiyorlar. Komplo teorileri bu yüzden çıkmıyor mu? Amerikan şirketlerin dünyaya hakim olmak isteği… Amerikan yayılmacılığına karşılık Rusya'nın Çin ile ittifakı… Covid 19 virüsünün Çin tarafından özellikle çıkarıldığı… Korona virüsünde Fransa- Çin ortaklığı… Sanal paraya geçiş… Robotlarla yönetilecek dünya… Cipslerle yönlendirilecek toplumlar… 2018 yılında ABD'de çekilen 'VENOM (Virüs) filmi ve kadın oyuncunun göğsündeki CORINNE (Korona) arması… Dünya nüfusunun azaltılmasını düşünen çevreler… Ve daha birçok komplo teorileri…
Evet, bu gün tüm dünyayı etkileyen bir Korona virüsü var. Kim bilir, belki doğuşu insanlık tarihinden de önce olan, görünmeyen mikroorganizmaların akrabası olan bu virüs, bilmin gerçeklerinden farklı boyutlarda karşımıza çıkmış olabilir. Bunu da çözecek olan yine bilimdir. Ancak bu hızla yayılan, saldırgan ve öldürücü küçük varlıklar tarih boyunca milyonlarca insanın ölümüne; siyasal, sosyal ve ekonomik depremlere neden oldu. Peki bilim, bu görünmeyen düşmanını yüzyıllar boyunca tanıyabildi mi? Ne yazık ki tanıyamamıştı. Geliştirilen teorilerden sonra bilim mikropları keşfetti. Sonra çeşitli savunma metotları geliştirdi. Elbette bilim, insan için çalışıyor. Bunda şüphe yok. Aklımıza sadece bazı dip notlar geliyor. Acaba bilmi yanlış hesaplar uğruna kullanan bazı karanlık güçler, bu görünmeyen düşmanları evrimleştirip, ordular halinde insanlığın üzerine mi salıyorlar? Bu savaş, dünyanın omurgasını kırmayacak mı?
Dünya, doğal yapısında kalmalı, değil mi? Uyum, doğal yapıdadır, değil mi? Dünyanın omurgasında kayma olursa tüm dünya zarar görür, değil mi? Üstelik şu gerçeği de biliyoruz: doğal yapıyı oluşturan hücrelere müdahale, bu güne kadar hep geri tepmemiş midir? Tüm canlılar, bu doğal hücrelere göre yaşamlarını programlamıştır; bunu da insanlık biliyor; çünkü böcek, arı, kurt, kuş, sürüngen; çiçek, yaprak, ağaç ve dağ, nehir, ova, deniz ve 'insan' hepsi dünyanın doğal hücresine göre planlanmıştır. İşte bu, dünyanın omurgasıdır, diyoruz. Birlikte yaşam, omurganın sağlamlığıyla özdeştir. Komplolar, teoriler, varsayımlar, laboratuarlarda hazırlanan sinsi senaryolar dünyanın hücre yapısını bozar, omurgayı çatlatır. Zarar ise evrenseldir. Doğanın gücüne ancak akıl, bilim, fen ile karşı konulabilir. Tıpkı depreme dayanıklı binalar yapmak gibi… Tıpkı dünyayı tertemiz gelecek nesillere teslim etmek gibi… Tıpkı dünya sömürü düzeninin yok edilmesi gibi… Tıpkı bilimden, akıldan ayrılmamak gibi… Bütün bunlar cesaret ister, irade ister, kararlılık ister, birkaç emperyalist gücün değil dünya halklarıyla beraber olmak ister. Peki, bunları yapacak lider var mı dünyada? Yok. Neden yok? Çünkü liderler bilim, akıl, filozoflar rehberliğinde var olur, yetişir. Olanlar nedir? Olanlar, yazılmış senaryoyu oynayan aktörlerdir. Onlara ne emir verilmişse, emirleri yerine getiriyorlar. Bu gün dünyada ihtiraslarıyla ortalıkta dolaşan liderler akıl, bilim ve filozoftan uzaklaşmıştır. Çevre kirliliği, israf, ormanların yok edilmesi, kutuplardaki erime, tohumların genlerini değiştirme, insan genlerine müdahale, sömürü düzeni, ilaç mafyası… Bu insanların umurlarında değil. Bu yüzden günümüzün kandırılmış insanı, atalarından daha vahim sahnelere tanıklık ediyor.
Omurgayı sağlamlaştıracak akla, bilme, filozofa ihtiyacımız var.