Tarihin tozlu sayfaları, alınacak derslerle doludur.

Tarihin tozlu sayfalarından ders alan ülkeler ise uygar ülkelerdir: Japonlar da ders almıştır, Almanlar da… Hata yapmak iyidir; ama hatadan ders çıkarmak erdemdir. Japonlar da Almanlar da erdemli insanlardır. Görevlerine, ailelerine, vatanlarına bağlılıklarına şüphe yoktur.

Osmanlı Devleti, 93 Harbi'nin Erzurum cephesinde de ağır bir mağlubiyet almıştı. Askeri raporlarda hataların bir kısmı şöyle dile getirildi:[1]

Aziziye Taburları:

Ertesi günün planını tahmin edemedi,

Rus taarruzunu anlayamadı,

Az nöbetçi ve gözcü konulmuştu,

Sıcak koğuşlarda askerin yorgunluktan gevşedi-uyuşma başladı,

Askerin silah ve cephane eksikliği vardı,

Kimi komutanlar bilgisizdi, şahsi hataları ve anlayışsızlıklar gözlerini kör etmişti.

Daha da çok neden sıralanabilir. Bilindiği gibi binlerce şehit vererek kaybettiğimiz tabyaları binlerce şehit verilerek geri almıştık Erzurum halkının savunması sonucunda.

Unutulmaması gereken nokta şudur:

Bütün dünyada ordular halkı kurtarırken, elinden tutar, ayağa kaldırırken 93 Harbi'nde tam tersi olmuştur. Ordunun yorgun, bazı komutanların bilgisiz, silah ve cephanenin yetersizliği nedeniyle, Erzurumlu sivil halk kendi kendini organize ederek ordusuna destek olmuş, düştüğü bu sıkıntılı durumdan kurtarmıştı. Bu yüzden derler ki Erzurum halkı devletin 3. Ordusudur. Şüphesiz Osmanlı geniş bir alanda savaşa girmişti, birlikler arasında iletişim sağlayamıyordu. Coğrafyanın her köşesine Saray yetişmeye çalışıyordu. Emir İstanbul'dan geliyordu; ve bu emir ne kadar sağlıklıydı! İstanbul'daki Padişah'ın Aziziye Tabyası'ndaki, Sarıkamış'taki, Yemen'deki savaşa müdahale etmesi mümkün değildi aslında; ama düzen böyle kurulmuştu.

93 Harbi'nde yenildik; ama hatalarımızdan ders çıkaramadık.

…………………..

Bütün dünyada bilim, akıl, felsefe, üretim, sanayi, eğitim gelişirken biz, Osmanlı Devleti olarak ta 1699'lardan itibaren bu gelişmeler yerine, hurafelere ve ehliyetsiz şeyhülislamların sözlerine önem verdik.

Bu bir hataydı; ama ne yazık ki biz bu hatalardan da ders çıkaramadık.

………………….

Kurtuluş Savaşı'nda da hatalar oldu. O günlerde de Osmanlı Devlet yönetimi, halkın gücüne inanmadı. Çevresindeki bir avuç İngiliz desteğine güvenen paşalara inandı. Osmanlı devlet geleneğine yapılabilecek en büyük hataydı bu. Ne mutlu bize ki o günleri çok iyi değerlendiren yine bir avuç Türk komutan, Mustafa Kemal Paşa liderliğinde, milli seferberlik yaparak başarıya ulaştı. Bu başarının temelinde, halkın gücü olan Kuvayı Milliye vardı. Türk bağımsızlığı böyle kazanıldı.

O hatalardan bu günün devleti, bilim insanları, siyasetçisi, yazarı, gazetecisi, sanatçısı ders çıkarmalıydı; ama ne yazık ki ders çıkarılmadı. Ders çıkarmak bir tarafa, hatayı yapanlara destek verildi.

………………….

1980 öncesi kardeşin kardeşi vurduğu sokak çatışmalarını yaşadık. Mahallelerin, kahvehanelerin, yurtların bölündüğü günlerdi o günler. Toplum din, siyaset, mezhep ayrılıkları yüzünden parçalanmış, neredeyse ülke bekası tehlikeye düşmüştü. Siyasiler, düşünce kuruluşları, bilim insanları çözüm bulamadı bu bölünmüşlüğe. Çözüm şöyle dursun yangına körükle gittiler. Koskoca Türk devletinin önünü aydınlatacak bir tane bile düşünür yetiştiremedik. O süreci ve 6 bine yakın insanımızın öldürtüldüğü o korkunç günleri yaşadık.

Peki o korkunç günlerin analizini yapıp gereken dersi çıkardık mı? Hayır, çıkaramadık!

…………………

Anadolu coğrafyasının yer kabuğu yapısına göre, binlerce yıl öncesinden beri, belirli zamanlarda yer sarsıntıları olur. Bilim bu gerçeği yazar, çizer, söyler. Erzincan, Varto, Elazığ, İzmir, Kocaeli depremlerini bizzat yaşadık. Yerle bir olduk. Binlerce insanımız enkazın altında can verdi.

Peki biz bu depremlerden sonra, daha sağlam binalar yapabildik mi? Yapamadık. Yani ders çıkaramadık. Aynı deprem coğrafyasında Ayasofya'yı inşa edenler, Süleymaniye'yi inşa edenler, depremin yıkıcılığına göre bu eserleri inşa etmeyi başardılar ama. Yani onlar bilme, mühendisliğe inanarak ders çıkardılar ve hata yapmadılar. Eserler bugün dimdik ayakta duruyor.

Yapılan savaşlarda hatalar elbette ki askeri bilim insanlarınca tespit ediliyor ve rapor ediliyor. Atılan her gelişmeci adımda elbette ki yapılan hatalar ilgili kişilerce tespit ediliyor; ve hatta yönetimlere bildiriliyor. Bunda hiç şüphemiz yok; ama önemli olan bu raporlara uyulması. Ormanların, tarım arazilerinin kentsel dönüşüme açılmaması uyarılıyor; imar affının çıkartılmaması yüksek sesle dile getiriliyor; ama ne yazık ki bu uyarılara yöneticiler, siyasiler kulak ardı ediyor, unutuyor. Bu yüzden geçmişin hatasını, bir sonraki kuşak çok acı bir şekilde ödemek zorunda kalıyor. Uygar toplumlar, yapılan hatayı da sevabı da gelecek kuşaklara anlatıyor; ve bunu kendine bir görev addediyor. Bununla da kalmıyor, konuyla ilgili filmler çekiyor; halkına gösteriyor. Tiyatro oyunları yazdırıyor, halkına izlettiriyor. Anıtlar, heykeller yaptırıyor; müzeler açtırıyor tarihi diri tutmaya çalışıyor. Romanlar, hikayeler yazdırıyor; bütün dünya dillerine çevrilmesini sağlıyor. Çizgi filmler, belgeseller, müzik besteleri hazırlatıyor halkın belleğinde yer etmesini sağlıyor.

Bunların hiçbirisini yapmıyoruz, yapamıyoruz, beceremiyoruz. Sürekli kendi kendimizle didişiyoruz. Yaptıklarımızı yüzümüze gözümüze bulaştırıyoruz. Ne yazık ki bu konuda çok başarılı eserleri de ne halkımıza tanıtabiliyoruz ne de dünya insanına. Bu böyle. Bu gerçeği kabul etmeliyiz.

Biz Türk milleti olarak şunu gördük ki Türk insanı da askeri de dayanıklıdır, yiğittir, vatan uğrunda fedakardır, üstlerine saygılı ve bağlıdır. Ve büyük insan Atatürk'ün dediği gibi, 'Türk milleti zekidir, çalışkandır!' Biz ayrıca şunu da biliyoruz ki, Türk halkı Anadolu kültürünün verdiği yüz binlerce yıllık uygarlık birikimini dilinde, elinde, yüreğinde, sofrasında halen daha yaşatmaktadır. Bu tarih bilincini evrensel ve milli değerleriyle harmanlamış dünyaya sunmuştur. Bu birikimin bir ucunda Asya/Altay bozkırlarının saflığı, kadim kültürü günümüze taşınırken; diğer ucunda ki Akdeniz'in dünyanın her köşesine ulaşmış sıcak, samimi duyguları da tüm dünyaya örnek olmuştur. Bu toprağın insanı kendini dünyaya dayanıklı, yiğit, vatanı uğrunda fedakar; değil kendi milletine yabancılara bile misafirperver, yardım sever olarak tanıtmıştır. Türk milletinin bir de böyle bir gerçeği vardır. Üstelik toplumun bu sosyal, kültürel yapısını bütün dünya da bilir. Bilir ama önemli olan bu hasletleri anlatabilmemizdir. Anlatamıyoruz. Bilme yatkınlığını, üreticiliğini, çalışkanlığını, insan severliğini; bilimle, üretimle, sanatla anlatamıyoruz. Sorun da bu zaten: anlatamıyoruz, anlatmakta güçlük çekiyoruz. Toplum olarak en büyük kaybımız da bu bence. Yıkılan evlerle, dünya ölçeğine giremeyen üniversitelerimizle; sanatta, edebiyatta, matematikte varlık gösteremeyişimizle anılmak istemiyoruz.

Bunu aşmamız lazım. Aşamazsak ne olur? Aşamazsak şu olur:

Cehaletin, bilgisizliğin, bilimden ve akıldan yoksunluğun, adaletsiz ve haksızlığın, malın, makamın ve paranın egemen olduğu bir toplum ortaya çıkar. Dinin, imanın, ahlakın alınıp satıldığı yozlaşmış değerler günlük yaşantıda ön plana çıkar. Paylaşımın, dürüstlüğün, güvenin ve itimadın ortadan kalktığı sahte, yapay bir hayat ile tanışırız. Gösterişin, lüks yaşam arzusunun kölesi oluruz. İnsani değerlerden çok çok uzak olan gururun, kin ve nefret duygusunun, kavganın, çekememezliğin toplumu yok ettiği çürümüş, kokuşmuş bir toplum bireyleri oluruz. En korkuncu da nasıl sahip olduğu bilinmeyen milyonlarca metrekare arazisi olan ağalar ile milyonlarca dolar serveti olan görgüsüz insanları, on doları olmayan, başını sokacak evi olmayan, açlık sınırının altında yaşayan insanların korumaya çalışmasıdır. Evet bu, cehaletin en tehlikeli aşamasıdır.

Böyledir işte yüce değerlerden ayrılıp kokuşmuş, çürümüş toplumsal yapıya geçmek.

İşte bu yüzdendir amacı çevreyi, doğayı, çocuk haklarını, kadın haklarını, hayvan haklarını korumaya çalışan sivil toplum kuruluşları, ne yaparsa yapsın başarılı olamıyor.

İşte bu yüzdendir ülkemizde kalemiyle savaşanlar kavgayı, cehaleti, kaba kuvveti alt edemiyor.

Siz eğer Türk-Altay Felsefesi'nin saf, sade, uygar insan yapısını bilmezseniz, tanımazsanız kaçak yapılaşmaya da çevre kirliliğine de tarım arazilerinin betonlaşmasına da ses çıkaramazsınız.

Siz eğer bir koltuğa, o koltuğu hak etmek için çekirdekten yetişen bir insanı oturtamazsanız onurlu, çalışkan, asil, fedakar, yurtsever Türk insanını küstürürsünüz; bu çalışkan, yiğit insanı canavarlaştırıp; milleti dünyada küçük düşürürsünüz.

Biz Türk milleti olarak küçük düşmek istemiyoruz!

Şu anda seksen beş milyon olarak ulusal afeti yaşadığımız bu günlerde; 10 ilimiz yerle bir oldu. 15 milyon depremzedemiz var. 15 milyon öykü, 15 milyon hayal bir gecede yok oldu.

Neden 15 milyon insanımızın geleceğini, hayallerini yok ettik?

Üstelik deprem uzmanı Frank Hoogerbeets'in, 3 Şubat tarihinde Kahramanmaraş depremini uyarmasına rağmen;

Üstelik siyasi bir partinin Kahramanmaraş İl Başkanı Ahmet Çabukel'in, depremden 184 gün önce, bilim insanlarının uyarılarını vali ve belediye başkanına yüksek sesle: 'Deprem kapımızda değil, deprem tam ayaklarımızın altında. Kahramanmaraş'ta 2011 yılında keşfedilen iki fay hattı üzerinden iki büyük deprem bekleniyor!' diyerek uyarmasına rağmen;

Üstelik deprem uzmanı Serkan İçelli'nin, haftalar öncesi Kahramanmaraş depremini uyarısına ve belediye başkanının: 'Ben sismik dalgalara güvenmem!' demesine rağmen;

Üstelik Prof. Dr. Naci Görür'ün, Doğu Anadolu yer kırığına dikkat çekmesine, Maraş ve çevre iller için uyarıda bulunmasını rağmen.

Ama biz bütün bu uyarılara rağmen hatalardan ders almadık!

Geldiğimiz şu noktada, yaşadığımız bu felakette elle tutulacak hiçbir şeyimiz yok. Hepsi enkaz. Devletin kurumları da dahil. Devlet kurumlarımız depremin 5. gününde barınma, tuvalet, temizlik, güvenlik gibi vahim aksaklıklar haricinde arama kurtarmaya hakim olabildi.

Biz halk olarak sadece aşağıdaki üç gerçeğin ayakta kaldığını, bu üç gerçeğin hiç unutulmayacağını anladık:

Unutmayacağımız birinci gerçek şudur: İki büyük depremin tam ortasında olmasına rağmen, yaklaşık 50 bin kişinin yaşadığı Osmaniye'ye 15, İskenderun'a 55, Maraş'a 150, Hatay'a 110 kilometre mesafedeki Hatay'ın Erzin ilçesinde bir yaralanma ve ölen olmadı. İlçede bir bina dahi yıkılmadı; çünkü Hatay-Erzin Belediye Başkanı Ökkeş Elmasoğlu, halka ve müteahhitlere yasalara aykırı ruhsat vermedi. Bütün inşaatlar kuralına göre yapıldı.

Unutmayacağımız ikinci gerçek şudur: 2021 yılında Kahramanmaraş Belediye Başkanına 'Fay zonları üzerinde inşaat yapmayın!' uyarısını yapan akademisyenlere inanmamasıdır...

Unutmayacağımız üçüncü gerçek de şudur: 1999 Gölcük depreminde yıkılmayan tek yer olan Kocaeli'nin Dilovası ilçesine bağlı Tavşancıl gerçeği: 17 Ağustos 1999 büyük depreminde Körfez bölgesi yerle bir olurken Tavşancıl, fay zonunun üzerinde olmasına rağmen tek bir bina bile yıkılmadı; çünkü 1989 yılında belediye başkanı seçilen Salih Gün, bilim insanlarıyla birlikte imar planları hazırladı. Yetkili ve ehliyetli kişiler sayesinde dimdik ayakta kaldı Dilovası.

Türkiye'nin önünde iki tercih var:

Ya Erzin Belediye Başkanının direnişi, bütün Türkiye'de devam ettirilecek, hatalardan ders çıkarılacak,

Ya da Kahramanmaraş Belediye Başkanının, 'Ben sismik uyarılara inanmam!', inancına uyularak, hataların yaşanmasına devam edilecek…

Karar sizin!

---------------------------------
[1]
Tümgeneral Vehbi Kocagüney, Osmanlı Rus Harbinde Aziziye Tabyası Savaşları, 2014, ER-VAK yayınları