0
YENİ yıla girerken herkesin, her kesimin ortak düşüncesi dünyada ve Türkiye'de 2014 yılının ekonomi ve ekonomi dışı alanın her mecrasında sıkıntılar yaşandığı noktasında birleşiyordu.
Yine herkesin ortak umudu ve dileği ise 2015'de bu sıkıntıların yaşanmaması oldu.
Ne var ki, felaket tellallığı yapmaya gerek yok.
Var olan bütün trendler karine alındığında, mucizeler olmazsa 2015'in önceki yıldan farkı olmayacağını, hatta belki 2014'ü aratacağını bile söylemek yanlış olmaz.
Bütün dünyada 2014'de ekonomik süreç, işsizlik, enflasyon, yatırımların gerilemesi, büyüyen borç stokları, büyüme oranlarının düşmesi ve hatta yer yer küçülmesi ile tamamladı.
Hastalığın ne zaman ve nasıl geliştiğini anlamak için adım adım geri gidildiğinde, kırılma anının, emperyalizmin suratına güler yüzlü bir maske takıp, adını da küreselleşme diye güncelleştirerek başlattığı ekonomik ve siyasi dayatmalar sonucu ortaya çıktığı görülür.
Küreselleşme ile sözde bütün dünya tek pazar olacak, üretim güçleri birbirine entegre olacak, ortak katılımın yarattığı katma değerlerden herkes hakkı neyse o ölçüde pay alacak ve dünyada bir refah dönemi başlayacaktı.
Japon asıllı Amerikalı iktisatçı Francis Fukuyama "Tarihin sonu" adlı kitabında bu düşünceye paralel olarak, kapitalizmin ileri aşamasında bütün dünyada "Amerikan tarzı" bir yaşam ortaya çıkacağını, herkesin eşit, ama bazılarının "daha az eşit" olsa da bir refah çağının açılacağını söylüyordu. Bu nedenle kapitalizm dışında başka bir sisteme artık gereksinme duyulmayacaktı. İşte bu da tarihin sonu olacaktı.
Oysa hiç de öyle olmadı. Pazar alanı erken sömürgecilik döneminde olduğu gibi az gelişmiş ve gelişmekte olan ülke toprakları ve bu pazarlara hükmedenler de çok uluslu büyük sermaye krallıkları oldu. Bu ülkelerde toplumlar üretmeden tüketmeye teşvik edildi. Tüketimi daha da kışkırtmak için ülkeler borçlandırılarak, çok uluslu sermaye krallıklarının zenginleşmesine hizmet eder hale getirildi.
Sanayide üretim dünya egemenlerinin kararlarına göre planlanır oldu. Tarımda bile ülkeler çok uluslu sermaye krallıklarının dayattığı sözgelişi genetiği değiştirilmiş tohumlara bağımlı kılınarak kendi üretim planlarını bile uygulayamaz oldular.
Üretim ve verimlilik gerileyince de istihdam düştü, büyüme oranları geriledi, ülkeler borçlarını ödemek için çok uluslu finans kurumlarından yeni borçlar almak zorunda bırakıldılar.
Bütün bunlara ek olarak, dış enerji kaynaklarına bağımlı gelişmiş ülkelerde bile, özellikle Ortadoğu'daki petrol zengini Arap şeyhlikleri ile iş tutan çok uluslu sermaye krallıkları petrol piyasaları ile oynayarak bir de bu kanaldan insanlığa yük oldular.
Çok uluslu sermaye krallıklarının tek amacının kârlarını sürekli maksimize etmek, kazandıkça daha fazlasını kazanmak olması ve bu nedenle hiçbir sosyal destek program ve projelerinin olmaması, dünyanın büyük bir bölümünde yoksulluğu giderek arttırdı. Öylesine artırdı ki artık ekonomi yönetimini çok uluslu sermaye krallıklarına kaptıran en güçlü ülkeler bile borç batağına, krizlere sürüklenir oldular.
***
GÜÇ yitiren, başta kendisini dünyanın jandarması olarak gören ABD ve onun izini süren Batılı gelişmiş ülkeler kayıplarını telafi için emperyalizmin klasik yöntemleriyle dünya siyasi coğrafyasında kendilerine biat edecek rejimler oluşturma operasyonları başlattılar. Özellikle enerji kaynaklarının olduğu ülkelerde ve bu kaynakların, pazarların stratejik geçiş yolları üzerinde ya "Turuncu devrim" adıyla var olan rejimleri yıkarak, kendilerine taşeronluk yapacak iktidarlar oluşturdular ya da silahlı çatışmaları kışkırtarak ülkeleri işlerine geldiği şekilde bölmeye, parçalamaya başladılar.
Bu proje fazla hissettirmeden eski Sovyet bloklaşmasını kurmaya çalışan Rusya'ya da adeta esin vermiş gibi, o da nemalanılacak alanlara daha kolay yelken açmak için kendisine Ukrayna'yı kurban seçti.
Üçüncü Blok'u temsil eden ve istikrarlı büyümesini sürdüren Çin eğer daha durağan ve sakin bir siyaset izliyorsa bunun nedeni çok uluslu sermaye krallıklarında çok büyük oranda devlet kapitalizmi yolu ile paydaş olmasının kazandırdığı rahatlıktır. Günün birinde zorda kalması halinde onun da dişlerini göstermeyeceğini kimse öne süremez.
***
BÜTÜN bu olumsuz dış etmenlerden payını alan Türkiye 2014 yılını bir de kendi iç siyasi ve ekonomik dinamiklerinin yarattığı sancılarla yaşadı. Yatırım yapmadan, üretmeden, tasarruf etmeden, tüketerek, borçlanarak büyüme (!) senaryosu kurgulandı. İnsanı dışlayarak savurganca yapılan harcamalar, açık veren bütçeler hep borç üstüne borç alınarak, gelir getiren kaynaklar yok pahasına elden çıkarılarak karşılanmaya uğraşıldı. Bu da yetmedi toplumun ihtiyaç duyduğu zorunlu ana kalemlere yapılan zamlar, ölçüyü taşıran vergi politikaları ve insafsız ücret politikaları ile karşılanmaya çalışıldı.
Artık elde satacak fazla da bir şey kalmadığı ve iktidar savurganlık alışkanlığından vazgeçecek gibi görülmediği için toplum yeni vergiler ve zamlarla biraz daha sıkboğaz edilecek demektir. Şimdi, ufukta açlık ve yoksulluk kategorilerinde yaşam savaşı vermeye çalışan büyük kitlelerin daha da kalabalıklaşacağı, savurganlıkların zengin ettiği zenginlere yeni zenginlerin ekleneceği açıkça görülüyor. Ekonomik düzlemde ufukta görülmeyen tek şey verimli yatırımlarla sağlanacak üretim, istihdam kapasiteleri yaratılması umududur.
Siyasi iktidarın bütün bu kaosları önleyecek niyet, birikim ve manevra yeteneğinden yoksun olması, yanı sıra muhalefetin yetkinsizliği ayrıca sosyo/kültürel yaşamı da sorunlar sarmalına soktu. Hukuk sistemi çökerken baskı ve korku ortamı sosyal yaşam alanlarını daha da karartıyor. Eğitimden dış siyasete kadar sorunlar giderek büyüyor.
Muhtemelen 2015'in Haziran ayında Türkiye bir seçim atmosferi yaşayacak. Seçimlerden hayırlı bir sonuç çıkması pek olası değil. Kaybetmesi halinde başı hayli ağrıyacak olan iktidarın seçimleri kazanmak için mutlaka her yolu deneyeceğini, bunun da yeni sorunlara kaynak olacağını söylemek fazla iddialı bir hüküm olmaz.
Zaten muhalefetin de mevcut hali ile "Eti ne, budu ne" söylemine çok uygun.
Kısaca 2015 de, 2014 gibi umutsuz vaka...
***
BÜTÜN bunlardan çıkış yolu mu ne? Çok basit:
Toplumun bütün kesimlerinin artık aklını başına toplayıp, yeniden Atatürk ilkelerine sarılması...
Konu çerçevesinde, Atatürk'ten, Atatürk ilkeleri ve Atatürk'lü günlerden fazla söz etmeye gerek yok. Büyük önderin sözleriyle "Aklı hür, vicdanı hür" olanlar zaten her şeyi görüyor, biliyorlar.
Görmemekte, anlamamakta direnenler için eğer bir iki çift söz söylemek gerekirse;
Ulusun ancak yüzde onundan bile daha azının okuryazar olduğu bir ülkeye, göz açıp kapayacak kadar kısa sürede bütün akli değerlerin, çağdaş kurumların kazandırıldığı dönemdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
Eski saltanat döneminin biat kültürünü yaşatmak için direnen büyük kitlelere rağmen çok partili demokrasiye geçiş için her türlü girişimin yapıldığı, cumhuriyet ve devrim düşmanlarının haincesine engellemeleri üzerine tek parti iktidarında, CHP'nin her kesimi, her görüşü temsil eden çok sesli şekilde yapılandırıldığı günlerdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
Kadınlara seçme, seçilme hakkı tanınması gibi, demokrasi geleneği çok daha eski olan birçok ülkede bile var olmayan demokratik hakların verildiği günlerdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
Yalnız gerçekleştirdiği devrimlerle değil "Yurtta Barış, dünyada Barış" ilkesiyle bütün dünyaya model olan genç cumhuriyet ve büyük önderinin uluslararası alanda eski "Hasta Adam" imajını yıkarak, büyük saygınlık kazandığı günlerdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
1929 dünya ekonomik bunalımından teoriler üretip, ekonomide devlet denetimi üzerine yazdıkları üniversitelerde ders kitabı olarak okutulan ünlü İngiliz iktisatçı Keynes'den çok daha önce devletin önderlik edeceği ılımlı devletçilik politikasının dizayn edildiği günlerdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
Yetişmiş insan, sermaye ve teknoloji birikiminim yok derecesinde olduğu bir dönemde uygulanan karma ekonomi politikası ile bir kalkınma mucizesinin yaratıldığı, ne kapitalist ekonomilerdeki gibi, insanın insanı sömürmediği ve ne de kolektivist sistemlerdeki gibi girişim özgürlüğünün engellenmediği günlerdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
Osmanlı'nın borçları ödenirken, 15 bütçeden yalnız 3 tanesinin açık verdiği, borçlanmadan, yıllık ortalama büyüme hızının yüzde 7,4 olduğu, demiryollarının ikiye katlandığı, bugün hayali kurulan yerli uçak yapımının, o günlerde, ana gövdesi ile motorları ile 400 adet dolayında uçak üretilerek, yanısıra dış satımı yapılarak gerçekleştirildiği günlerdir ATATÜRK'LÜ GÜNLER...
Daha başka satırbaşlarını da listelemeye gerek var mıdır dersiniz?