Üzerini bürüyen otların aralandığını hissetti o an... Sanki birileri, birisi O'nu, o otların, o toprağın altından çıkarıp da, bağrına basmak istiyor ağlayıp yakarırken, 'nihayet seni buldum, buldum' diyen hıçkırıklarını duyuyordu..!

Havalarda çok iyi gidiyordu bu aralar. Bayram ve uzun bir tatil derken ne de güzel şenlenmişti buraları ve bu ıssız dağın yamaçları. İnsanlar, özellikle de gurbetçiler bu güzel havaların da müsaadesiyle, komşu akraba ve memleket ziyaretinin bir iyice tadına varmışlardı sanki. Oysa bu günlük güneşlik yaz mevsiminin son günleri, yerini yavaş yavaş bağbozumuna bırakacaktı. Sonra, sonrası yine, ıssız ve yalnızlık demekti kendisi için. Pek kimi kimsesi yoktu buralarda. Özellikle böyle zamanlarda, tek avuntusu yanı başındaki komşulara gelen ziyaretçilerin tek tük ayak sesleriyle sessiz usul mırıldanmaları olurdu. Bazen bu sesler biraz daha yükselerek yerini, ağlaşan, ağıt yakan insanların çaresizliğiyle, kendi yalnız hüznüne karışırdı.

Ha bir de, hemen yamacındaki, yapımı bitmeye yakın olan Cami.. O da az eşlik etmemişti hani, kış günlerinin yalnız güncelerine. Derken yakında bir yerlerden gelen ayak seslerine birilerinin belli belirsiz kelimeleri eşlik ediyordu; Acaba nerde? şurası mı, daha mı ileride, ya da biraz daha aşağıda olabilir mi? Heyecanla durdu, kulak kabarttı. Belli ki, gelenler, yine son bayram ziyaretçileri olmalıydı, ve her zamanki gibi yine adres arıyorlardı. Bayram biteli de birkaç gün olmuştu, ama yine de oluyordu böyle bazen işte. Bayram öncesi ve sonrası sürpriz ziyaretçileri böyle aniden çat kapı gelebiliyorlardı. Varsın olsundu, O'nun için pek sakıncası yoktu... Çünkü ne kadar yalnızlığa alıştım dese de, ara sıra özlüyordu, birilerini veya kalabalıkları. Tanıdık veya değil ne fark ederdi ki? Sonuçta dağın başıydı işte. Birkaç gündür de bayağı ıssız olmuştu buraları. Hemen yanı başındaki caminin çalışmaları da olmasa diye düşünürken yine içini tarifsiz bir hüzün kapladı! Bayram dolayısıyla bir süre ara verilen cami çalışmaları yeniden başlamıştı. Ah; şu çekiç seslerinin telaşeli yarışlarına karışan diğerleri, ıssızdaki hüzünlü yalnızlığını kovalar gibiydi. Az kalmıştı, yalnız bir dağın başında tek başına konakladığı yıllar artık son bulacak gibiydi. Yılda bir iki kere, hemen yanı başındaki komşulara gelen bayram ziyaretçilerinin ayak seslerini ve bir iki kelimelik üzüntülü konuşmalarıyla ağlamalarını da özlemek zorunda kalmayacaktı belki. En azından, camide beş vakit ezan sesi, sonra camiye gelecek olan bir avuç cemaatin ayak sesleri... ve zaman zaman okunan selalarla gelecek olan yeni komşular... O'nun yalnızlığına eşlik ederken, biraz daha kendini yalnız hissedecekti belki. Fakat, varsın olsundu ve buna da razıydı. Yeni gelen komşular belki O'na tanıdıklarından bir selam, bir esinti getirirken, yüreğine de bir parçacık su serpecekti... diye düşünürken yeni gelen ziyaretçileri unutuvermişti. Birden, uzaklara, çoook uzaklarda bir yerlere doğru yine yolculuğa başlamıştı sanki! Yıllar önce; siz deyin bir, ben diyeyim yarım asırdan fazla olmuştu sevdiklerinden ayrı ve buralarda konaklayalı! Dört dörtlük olmasa da, minik bir yuvası, dört beş tane de çocuğu vardı. Çevresinde sevilen, merhametli ve esprili bir kişiliğe de sahip olduğunu söylerlerdi. Fakat hayat sürprizlerle doluyken, O'nun için biraz daha kısa olacağını nereden bilebilirdi ki? Nereden bilebilirdi ki, yakalandığı ince bir hastalığın pençesinde aylarca boğuşacağını. Doğacak olan çocuğunun kız mı, erkek mi olacağını bilemeden, başını bir kerecik okşayamadan diğer çocuklarıyla birlikte yetim ve öksüz kalacağını... Nereden bilebilirdi ki?

Issız bu dağın başına yerleşeli hep bunu düşünmüştü belki! Sahi, en sonuncu çocuğu kız, ya da erkek miydi acaba? Ne olmuştu O'na ve diğerlerine? İçini tarifsiz bir acıyla birlikte, büyük bir hasret kapladı yine. Böyle zamanlarda ve bu ıssız yerlerde yapacak hiç bir şeyi yoktu O'nun için. Birileri haber uçurmuştu O'na, iki çocuğu da ebediyete intikal etmişti. Üzüldü yine, nasıl ve niçin diye kahırlanırken yine! Ya diğerleri, diğer üçü? Ya üçüncüsü, kız mı erkek miydi ve nasıldı, kime benziyordu yavrusu... diye hayıflanırken, yaklaşan ayak sesleriyle konuşmalar yanı başında susuverdi birden! Heyecanlanmıştı, hem de tarifsiz bir şekilde..!

Üzerini bürüyen otların aralandığını hissetti o an... Sanki birileri, birisi O'nu, o otların, o toprağın altından çıkarıp da, bağrına basmak istiyor, ağlayıp yakarırken, nihayet seni buldum, buldum diyen hıçkırıklarını duyuyordu..!

Yaradanı duymuştu sesini. Sahipsiz ve yıllarca sessiz bir dağın yamacında, ıssız bir yerlerde, üzerini bürüyen otların altında kaybolmak üzereyken, yaradanı duymuştu O'nu! Tüm mevsimlerde güneş, en derin hasretle kavururken yüreğini, ıssızdaki şu yüce dağ başı, bembeyaz karıyla avutarak basmıştı bağrına kendisini. Sahipsiz ve kapkara yalnızlığıyla sahiplenerek!

Üzerinde ağlayan ses... tanımıştı O'nu, görmese, bilmese, dokunamamış olsa da, doğmamış yavrusunu tanımıştı! Kuşlar, rüzgar ve fırtınalar, fısıldamıştı kulağına, taşımışlardı kokusunu en son yavrusunun, kızının, minik öksüzünün o bildik kokusunu, taşımışlardı O'na..!