Ülkelerin ekonomilerinin analiz edilmesinde dış borçların önemli bir parametre olduğu, her türlü dış ve iç siyasi ve iktisadi hareket alanı ile davranışları etkilediği ve çeşitli sonuçlar doğurduğu bilinen bir gerçektir. Dış borçların küresel boyutta da önemli miktarlara ulaşması ve dünyada ekonomileri en güçlü olan ABD, Çin ve Japonya gibi ülkelerin de dış borçlarının olması bu enstrümanın çeşitli boyutlarını göstermekle birlikte, bu durum; önemli miktarda dış borcu olan ancak; varlıkları, kaynakları ve ekonomik potansiyeli yetersiz olan ülkelerin teselli olmasına ve yanlış borçlanma politikalarını savunmalarına asla gerekçe olamaz. Çünkü, dünya ekonomisini yönlendiren ve etkileyen ekonomisi güçlü bu ülkelerin borçlanma nedenlerini ve diğer iktisadi parametrelerini dikkate almadan yapılacak bir kıyaslama eksik ve yanlış sonuçlara ulaşılmasına neden olur. Bir başka ifadeyle, aldıkları dış borçları rasyonel kullanamayan, her geçen yıl borç stoku artan ve yüksek rakamlara ulaşan ülkelerin bu tür kıyaslamaları sadece sanal bir mutluluktan ve algı yaratmaktan öteye geçemez.
Gerektiğinde ve uygun borçlanma imkanları olduğunda dış borçlanmaya gidilmesi doğal bir girişimdir. Ancak, faizi, vadesi ve diğer şartlar önemlidir. Diğer yandan, dış borçlanmanın iç kaynak yaratma zorluklarına kıyasla kolay bir alternatif olarak görülmesi, gelecek nesillere havale edilen bir mali yük olması ve güncel tepkilerden arınmış bir kaynak yaratma özelliği taşıması nedeniyle, bu seçeneğin tercih edilme olasılığı da yüksektir. Ancak, borç verenlerin tüm şartlarını karşılamaya hazır her ülkenin de borç alma imkanı olduğunu söylemekte mümkün değildir. Borç verenin, getirisiyle birlikte parasını vadesinde geri alabilmesi de önemli bir faktördür. Bu bağlamda borç verilecek ülkenin hukuk sisteminin işlerliği, ülkenin mali kırılganlık seviyesi ve borç verenin alacağı teminatlar gündeme gelen ilk kriterlerdir.
Küresel konjonktüre göre borçlanma imkanlarının azalması veya artması söz konusu olabilmekte ve bu durum ağırlıklı olarak dış borca dayalı ekonomik modele sahip ülkeleri yakından etkilemektedir. Dış borç bulmaktan daha da önemli olan husus ise bu borçların katma değer yaratacak alanlarda kullanılması ve gelecekte daha az dış borca ihtiyaç duyacak bir ekonomik modelin yaratılmasına katkı sağlamasıdır. Vadesi gelen dış borçların alınacak yeni borçlarla ödenmesi çıkmazına girilmesi halinde, doğal olarak gelecekteki refah olasılıkları azalır. Bu sürecin sonunda dış borçları azaltmak bir yana, borçları çevirmek ciddi bir problem olarak daimi gündemde yerini alır. Öte yandan, ekonomisi güçlü olmayan ve yüksek miktarda dış borcu olan ülkelerin; dış mali arenalarda zorluklarla karşılaştığı, uluslararası prestij kaybı yaşadığı ve dış siyasi ilişkilerinin de etkilendiği bilinmektedir.
Ülkemize gelince, Hazine ve Maliye Bakanlığının verilerine göre; Türkiye'nin 2019 yılı Haziran sonu itibariyle brüt dış borç stoku 446,9 milyar dolar olup, bu miktarın yüzde 34,1'i (152,6 milyar dolar) kamu sektörüne (TCMB'nin borçları dahil), yüzde 65,9'u (294,3 milyar dolar) ise özel sektöre aittir. Vade açısından bakıldığında ise 446,9 milyar dolar olan brüt dış borç stokunun yüzde 27,4'ü (122,4 milyar dolar) kısa vadeli, yüzde 72,6'sı (324,5 milyar dolar) ise uzun vadelidir.
Brüt dış borç stokunun GSYH içindeki payına son otuz yıllık dönem (1989-2018) dikkate alınarak bakıldığında dalgalı bir seyir gözlenmekte, yılların son çeyrekleri açısından incelendiğinde; 1989 yılında yüzde 30,8 olan bu oranın 2018 yılında yüzde 56,3'e çıktığı, söz konusu dönemde en küçük oranın 1990 yılında yüzde 26,1, en büyük oranın ise yüzde 56,5 olarak 2001 yılında gerçekleştiği, anılan otuz yıllık döneme kıyasla en yüksek oranın ise 2019 yılı ikinci çeyreğinde yüzde 61,9 olarak zirve yaptığı görülmektedir.
Ekonominin ve borç yönetimi performansının dönemler itibariyle değerlendirilmesinde kullanılan bir rasyo olan 'borç çevirme oranı (borçlanma/borç ödemeleri)' açısından bakıldığında, bu oranın düşürülmesi ve borç ödemelerinin (anapara+faiz) borçlanmadan fazla olduğu bir sürece girilmesi olumlu bir hedeftir. Ancak, böyle bir hedefi ilke edinmeyen sadece yeni borçlar bulmaya ve borçları çevirmeye odaklanmış bir yaklaşım; günü kurtarırken, gerçek ve kalıcı bir refahı ötelemekten başka bir sonuç doğurmaz. Dış borçların siyasi, iktisadi ve sosyal maliyetini göz ardı ederek sadece kaynak bulmayı başarı olarak gösteren ve bunu alışkanlık haline getiren yaklaşımların rasyonel olmadığı açıktır. Öte yandan, dış borçların kamu ve özel sektör ayrımı önemli olmakla birlikte; neticede bu borçların ülkenin kaynaklarından ödeneceği ve vatandaşların doğrudan veya dolaylı olarak bu borçları finanse edeceği gerçeğini unutmamak gerekir.
Belirtilen nedenlerle, dış borçlara ilişkin misyon ve vizyon anlayışının ivedi olarak değişmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, iç içe geçmiş misyon ve vizyon anlayışımızın karma bir sonucu olarak sadece yeni dış borçlar bularak dış borçlarımızı çevirebilmek gibi dar bir alana sıkışmış ve kabullenilmiş çaresizlik görüntüsü veren bu tabloyu aşmak zorundayız. Dolayısıyla, misyonu; dış borç çevirme oranını kademeli, istikrarlı ve kalıcı bir şekilde düşürmek şeklinde, vizyonu ise; dış borçların azalmasını ve uluslararası rezervlerin yeterli seviyeye çıkmasını öngören bir hedef olarak oluşturmak gerekmektedir. Bu kapsamda üretimimizi ve ihracatımızı artıracak ve sürekli cari fazla vermemizi sağlayacak entegre bir ekonomik modeli hızlı bir şekilde oluşturmak ve bunun için gerekli tüm alanlarda radikal değişimleri yapmak mecburiyetindeyiz. Bu bağlamda, küresel konjonktürde oluşan negatif faiz gerçeğinden yararlanmak şartıyla, yeni alınacak dış borçların; kısa vadede borçları çevirebilmek için, uzun vadede ise dış borçların azalmasına katkı sağlayacak ve katma değer yaratacak alanlarda kullanılması zorunluluk teşkil etmektedir.
Konuyla ilgili ilginç bir husus ise; siyasi partilerin ekonomiyle ilgili her konuda söylem ve vaatlerde bulunmaları, ancak dış borçları azaltacaklarına yönelik somut rakamsal ve takvimsel iddialı vaatlerden kaçınmalarıdır. Bu konuda da siyasi rekabetin oluşmasına öncü olacak ve katkı sağlayacak siyasi partilerin, toplumun geleceği ve refahı adına daha inandırıcı olacaklarına ve takdir edileceklerine hiç şüphe yoktur.