[email protected]

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, totaliter devletlerin dünya üzerinde yarattığı yıkıcı etkinin boyutları fark edilerek devlet karşısında bireyin, vatandaşlık gibi bir aidiyet bağı ile değil bundan da öte sadece insan olmakla kıymetli ve birtakım haklara sahip olduğu fikri yeniden uyanmıştır. Nitekim 1941 tarihinde ABD başkanı Roosevelt'in 'Dört Özgürlük Üzerine Konuşması'nda saydığı özgürlüklerden ilki 'konuşma ve ifade özgürlüğü'; ikincisi, tapınma özgürlüğü; üçüncüsü, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü ve dördüncüsü, 'korkudan kurtulma özgürlüğü' olarak sayılmıştır. Yine aynı konuşmada zulme ve insanlık dışı muamelelere vurgu yapılarak bunlarla karşılaşmama ve korunma hakkının doğal bir hak olduğu belirtilmiş, pozitif hukukla ve devlet eliyle olsa dahi müdahale edilemeyecek bazı çekirdek haklardan bahsedilmiştir. 'Kimse, totalitarizmin tehdidi olmayan güvenli bir geleceğimiz olduğunu iddia edemez. İşte bu nedenle, yapmamız gereken, tehlikeyi erkenden fark edebilecek ortak bir Avrupa bilinci yaratmaktır.' diyen Avrupa Konseyi Danışma Meclisi'nin Fransız üyesi Pierre Tenri de aynı vurguyu 1946'da yaparak bireyi totalitarizm tehdidine karşı korumak için mücadele zeminini, amacını ve yöntemini ortaya koymuştur: amaç insan hakları; araç ise uluslarası düzeyde bir mahkeme idi.

1949'da ise Avrupa'da 'insan hakları', 'hukuk devleti' 'demokrasi' gibi kavramları birer ilke olarak esas alan ülkeler tarafından Avrupa Konseyi kuruldu ve bu konseyi kuran ülkeler bağlayıcı bir üst anlaşma olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni kabul etti. Mücadele zemini ise öncelikle ulusal devlet düzeyinde olmalıydı. Zira ulusal zeminde sağlanacak kurumsallaştırılmış ve adil bir düzen, uluslararası barışın da ön koşulu ve aracıydı. Bunun bir yansıması olarak devletlerin kendisine tabi olan her bir bireye karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediğini tescil eden bir uluslararası bir mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.

Doğma saiki ve süreci hakkında söylenecek çok şey olan AİHM'nin varlık nedenini ve sürecini bu şekilde özetleyerek AİHM'nin bir mahkeme olarak hukuki anlamdaki yapısı ve işlevine yer verelim. Öncelikle, AİHM'de taraf ülke sayısı kadar hakim görev yapmakta ve hakimler taraf devletler tarafından sunulan üç kişilik liste üzerinden Avrupa Konseyi Parlementer Meclisi tarafından seçilmektedir. Seçilen hakimler tamamen bağımsız olup ülkelerini ve ulusal çıkarları temsil etmezler. Başvuruların incelenmesinde yazı işleri müdürlüğü ve ilgili daireleri mahkemelere yardımcı olmaktadır. Tüm kararlar, tek hakim, üç hakimli komiteler, yedi hakimli daireler ve en önemli davalar için 17 hakimli büyük daire tarafından alınmaktadır. Yargılama usulü yazılıdır ancak istisnai durumlarda kamuya açık duruşma yapılmasına karar verilebilmektedir. Sözleşmeye taraf devletler veya sözleşmedeki haklarının ihlal edildiğini düşünen herkes, AİHM'ye başvuruda bulunabilmektedir. Mahkemeye oldukça yoğun bir başvuru söz konusu olup bu başvuruların birçoğu daha ilk aşama olan kabul edilebilirlik incelemesinde mevcut kriterlere uyulmadığı için reddedilmektedir. Özellikle başvurudan önce iç hukuk yollarının tüketilmemesi nedeniyle gelen red kararlarının sayısı bu anlamda dikkat çekmektedir. AİHM'ye yapılan kabul edilebilir bir başvuru için gerekli şartların ne olduğu sorusunun cevabı bu sebeple oldukça önemlidir. Öncelikle başvurunun ilk aşaması olduğunu söylediğimiz 'kabul edilebilirlik' incelemesinde mahkemeye verilen dilekçede dikkat edilen bir takım şekli unsurlar mevcuttur. Mahkemenin internet sitesinde yer alan başvuru formunun eksiksiz bir şekilde doldurulması gerekmektedir. Kişisel bilgiler, avukatla temsil ediliyorsa avukata ilişkin bilgiler ve imzalı bir yetki belgesi, formda yer alan ve sözleşmeyi onaylamış şikayetçi olunan devlet/lerin belitilmesi de oldukça önemlidir. Bunun ardından sözleşmede veya ek protokollerde yer alan ve ihlal edildiği düşünülen hakların kronolojik olarak belirtilmesi ve mümkünse üç sayfayı geçmeyecek bir şekilde olay örgüsünün anlatılması beklenmektedir. İhlali öne sürülen sözleşme maddesinin ve bu maddenin ne şekilde ihlal edildiğinin izah edilmesi ise zaruridir. Her bir şikayet edilen hak için iç hukuk yolunda hangi merciye başvurulduğu, nihai karar ve tebligat tarihi muhakkak belirtilmelidir. Aksi takdirde başvuru, mahkemenin önüne gelen pek çok başvurunun benzer akıbetine uğrayacak ve esas incelemeye geçilmeden, incelenmeksizin reddedilecektir. Bireysel bir şikayet başvurusunda en önemli unsur 'iç hukuk yollarının tüketilmesi' unsurudur. Bu unsur, AİHM de dahil olmak üzere bütün sözleşme sistemlerinde yapılacak ulusalüstü bir yargılamanın en önemli şartı olarak ihlal edildiği iddia edilen hakkın yeterince aranıp aranmadığına ilişkindir. Başvurucu, öncelikle ihlal iddiasında bulunduğu hakkı için ulusal düzlemde tüm hukuki yolları tüketmiş olmalıdır. Bu hukuki yollar Türk hukuku bakımından önce hukuk mahkemeleri, ceza mahkemeleri, idare mahkemeleri gibi ilk derece daha sonra da –mevcutsa- temyiz, yargıtay, anayasa mahkemesi gibi daha üst bir kanun mercidir. Bu noktada önemle altı çizilmelidir ki 'iç yargı yolları' değil; 'iç hukuk yolları' tabiri kullanılarak mahkemelerden daha kuşatıcı bir yol gösterilmiştir. Yani, örneğin mevcut olduğu ve işletilmesi mümkün olduğu takdirde iç idari yollar da bu kapsamda değerlendirilecektir. Bu kurala ilişkin, sözleşmede madde olarak açıkça dayanak şeklinde belirtilen bir norm mevcut olmasa da verilmiş bazı komisyon kararları, mahkeme içtihatları ile de iç hukuk yollarının etkisiz oluşu veya sonuç vermesinin fazlasıyla gecikmesi gibi kriterlerin de genişletilerek istisna kapsamında değerlendirildiği başvuruların da bulunduğu bu noktada eklenmelidir. Bu istisnai başvurularda ise her bir maddi olay kendi somut şartları içerisinde değerlendirilmiş ve 'makul olmayan ölçüde gecikme', 'etkili bir çare olmama' hususlarının incelemesinde salt soyut böyle bir iddia dikkate alınmamış bu istinadan yararlanmayı haklı kılan nedenlerin neler olduğunun somut olarak gösterilmesi aranmıştır. Diğer bir başvuruya ilişkin önemli unsur ise elbette 'süre' unsurudur. Başvuru için aranılan süre şartı, elbette iç hukuk yollarının tüketilmesi unsuruna bağlı gelişmektedir. İç hukukta verilen 'nihai' karar tarihinden 6 ay içinde yukarıda kısaca açıklanan ancak detaylı izahatını AİHM'nin internet sitesinde bulabileceğiniz başvuru formundaki kısımlar eksiksiz doldurulup tarih ve imza atılarak ve gerekli belgeler(varsa avukata ilişkin yetki belgesi, iç hukuktaki mahkeme kararlarının bir örneği gibi) eklenerek mahkemeye posta yoluyla gönderilmelidir.

Kabul edilebilirlik incelemesini geçen kararlar için esas incelemesine geçilmekte ve sözleşmenin herhangi bir maddesine ihalali tespit ettiğinde tazminat hükmedilmesine karar verilebilmektedir. Örneğin; 'yaşam hakkı', 'ayrımcılık', 'işkence ve insanlık dışı muameleye maruz bırakılmama hakkı', en çok başvurunun yapıldığı 'adil yargılanma hakkı' ve 'iç hukuktaki nihai merci kararının uygulanmaması' gibi hakların ihlali konusunda pek çok karar verilmiştir. Mahkeme, bir devletin sözleşme haklarını ihlal ettiğini tespit ettiği takdirde bu ihlal kararı üye devletleri bağlayıcıdır. Mahkeme kararlarının uygulanması ve benzer bir ihlalin tekrar yaşanmamasını kontrol eden mekanizma ise Avrupa Konseyi'nin yürütme kolu olan Bakanlar komitesidir. Bu komite, konsey üye devletlerin dış işleri bakanları veya daimi tesmsilcilerinden oluşmakta ve kararların yerine getirilip getirilmediği, ilgili devletin gerekli önlemi alıp almadığı kararın gereği yerine getirilinceye kadar toplantılarla takip edilmektedir.

Milyonlarca başvurunun yapıldığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye bakımından da verilmiş pek çok ihlal kararı bulunmaktadır. Uluslararası barış için ön koşul önce devletlerin iç hukukunda bireyin temel haklarına riayet etmesidir. Bugün, devletlerin bireye karşı bu sorumluluğunu kontrol bakımından en önemli mekanizmalardan biri ise şüphesiz AİHM'dir. Zira verdiği kararlar ve yaptırımlar ile bir anlamda, İnsan hakları kavramının korunmasında devlet üstü bir güvence sağlamaktadır.