Seyit Karcı 22 10 24Belli bir yaşa gelince, geçmişe ve ebediyete göçenlere özlem artarken aslında zaman, eşyanın ve pek çok şeyin değerini azaltmakta hatta izlerini bile silmektedir. Zaman, mekân ve insan (üstelik tüm canlılar) için ciddi bir olgu. Kâinatta her şey ona bağlı ve onunla tanımlı. Şirketin sermayesi zamanla artsa bile ömür sermayesi zamanla azalmakta, her gelen (gün) gideni aratmaktadır. Yaşam bu noktada birikimli (kümülatif) ilerlerken eşyanın ve canlıların sayısı artmakta buna karşın nitelik azalmaktadır. Hem niceliğin (sayının) hem de niteliğin (kalitenin) arttığı durumlar, çok enderdir. Öyle olsaydı sanırım bitpazarına çoktan nur yağmıştı.
 

Bu yazıda yukarıda ifade etmeye çalıştığım bağlamda özlemle andığım, ebediyete göçen, eski iş arkadaşım Seyit Karcı ile ilgili duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istedim.
 

Kendisini Kalkınma Bankasında (TKB) tanıdım. Ben kuruma girdiğimde, o da yanılmıyorsam krediler biriminde şefti. Yaşça benden büyük olduğundan, kendisine “Seyit ağabey” derdim. Ne zaman, nasıl tanıştım? hatırlamıyorum. Sanki yıllarca tanışıyor gibiydik. Sevdiğini belli ederdi. Ben de onu severdim. Fakat neden sevdiğimi, bir türlü bilmezdim. Belki o da bilmezdi.
 

Sonraki yıllarda anladım ki tipik Karadenizliydi, mütevazıydı, doğaldı, şivesini bile değiştirmemişti, samimiydi; önyargılı ve içten pazarlıklı değildi. Herkesi sevmezdi ancak sevdiğini tam severdi. Bazıları da onu pek sevmezdi. Bunun nedeni: şahsına mahsus doğallığı, davranışları, uyanıklığı, dünya görüşü vd. olabilirdi. Yine de sevenleri daha çoktu. Zira ondan farklı gelenek ve düşünceye sahip olanların bile onu sevdiğini görmüştüm.
 

Uzun yıllar önce kuruma yeni gelen, üst düzey bir yönetici ile toplantı yapıyorduk. Toplantı sonrasında, yöneticiye söylediği uyarılara çok şaşırmıştım. Kimsenin aklına gelmeyen şeyleri vurgulamıştı. Kurumdaki pek çok olaydan ve faaliyetten haberi olurdu. Bunun kuruma duyduğu, güçlü aidiyet duygusundan kaynaklandığını düşünüyorum. Zaman zaman birilerine karşı daha dikkatli olmamız konusunda bizi de uyarırdı. O günlerde bize karşı olan, fırsat kollayanlar vardı. Onları çok iyi bilirdi çünkü tecrübeliydi.
 

Kendisiyle aynı birimde çalışmak kısmet olmadı. Uzak (farklı) birimlerdeydik ancak gönüllerimiz yakındı. Hiç kimsenin bilmediği olayları bilirdi. Kalkınma Bankasını çok severdi. Kurumda birim müdür yardımcısı olarak yönetici olunca, “ağabey senin kuruma bekçi olarak girdiğini söylüyorlar, doğru mu?” diye sormuştum. O da bana “yüksekokulda okuyordum, gündüz okula gidiyor, gece de bekçilik yapıyordum, onun için diyorlar” demişti. Azmini gerçekten takdir etmiştim.
 

Müdür yardımcısı olduktan sonra sanki biraz içine kapanmış, kendine sınırlı bir alan oluşturmuş (veya oluşturulmuş), odasından fazla çıkmaz olmuştu. Kurum, faaliyetlerini farklı sektörlerde devam etmek üzere İstanbul’a taşınınca da emekli olmuştu.
 

Emekli olduktan sonra iftar (yemek) programları düzenlerdi. Yemeğe sevdiklerini (ve oruç tutanları) davet ederdi. Yemekte herkese hâl hatır sorar, samimi muhabbetler ederdi.
 

Üç dört yıl önce, iki arkadaşla birlikte okula ziyaretime geldi. Kurumun İstanbul’a taşınmasına ve emekli olmasına üzüldüğünü hâlâ oradan kopamadığını görmüştüm. Hatta birilerine çok kırgın olduğunu da…
 

Son zamanlarda amansız bir hastalığa yakalandı. Gün geçtikçe hastalığı ilerledi, iyileşemedi. Bazen telefonda konuşurduk fakat zor konuşurdu. Metanetliydi, kadere iman etmişti ve Allah’tan gelip O’na gideceğimizi iyi bilirdi.
 

Geçenlerde ebediyete göçüp ve hakkın rahmetine kavuştuğunu, yakın dostu Erol arkadaşımızdan öğrendim. Mekânı cennet olsun…
 

Elbette kişiler, kurumlar baki değildi. Her canlının ölümü tadacağı ise açıktı. Önemli olanın iyi eserler, güzel anılar ve gök kubbenin altında hoş sedalar bırakmak olduğu olgusu (hatta doğrusu), zamanla daha iyi anlaşılmaktaydı. Tıpkı C.S. Tarancı’nın “belli bir yaşa gelince, taşın sertliği ve ateşin yaktığı”, I.A. Ginsberg’in ise “hayat maçını kazanmanın mümkün olmadığı” olgularının, anlaşılma derecelerinin zamanla artması gibi.