11. yüzyılda yaşamış Türkmen ozanı ve düşünürü Ahmet Yesevi'nin ve 13. yüzyılda yaşamış Anadolu'nun sesi olan, Anadolu Türklerinin soluğu olan Yunus Emre'nin bu gün anlaşıldığını düşünmek çok zor. Bu toplum anlayamamıştır, çözememiştir deyişlerdeki inceliği, insan sevgisini, yaratanın ikramını, kulun yüceliğini. Fikri, düşünceyi, isteği, temenniyi anlayamayan, çözemeyen toplum, aynı zamanda anlatamamıştır tüm dünyaya bu iki ozanı ve düşünürü.

Hem arı-duru Türkçe ile hitap etmelerini, hem de İslami inancı Anadolu Türklerinin hamurunda yoğurduktan sonra tüm insanlara dağıtmasını, eğer günümüz insanı anlamış olsaydı I. Dünya Savaşı da yaşanmazdı, II. Dünya Savaşı da ve III. Dünya Savaşı olan bu günkü Orta Doğu'nun Paylaşılması Savaşı da…

Medeniyetlerin beşiği olan Anadolu'nun yetiştirdiği Yunus Emre, düşüncesinin temelini insan üzerine kurmuştur. Onun düşünce yapısında insanların dostluğu vardır, dost kalmaları vardır, dostça yaşamaları vardır. Tasvir ettiği insan asla kin tutmaz; dili, nefret dili değildir, tüm canlılar onun için kutsaldır, insanlar arasında ayırım yapmaz; çünkü o, yaratılanı yaratandan ötürü sever:

'Devşiririm ikiliği/ Birliğe yetmeye geldim,' derken insanları ötekileştirmez, birleştiricidir;

'Ben gelmedim dava için, Benim işim sevi için,' derken kavgacı, hakaret eden değildir, yüreği sevgi ile doludur, kucaklayandır;

'Zulümle zenginleşenin, sonu berbat olur,' derken, tam da bu günün insanına ders veriyor dünün mağrur olup Karun gibi sarayı tercih eden insanlarından hisse almadıkları için;

'Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz,' derken eline, diline hakim ol; emeksiz elde edilen haram kazancın açıklanamayacağını vurguluyor;

'Dervişlik olsaydı taç ile biz dahi alırdık otuza kırka,' derken dervişliğin, ermişliğin, evliyalığın, halifeliğin, şeyhliğin, şıhlığın parayla alınıp satılmayacağını açık bir dille anlatıyor bu günün insanına;

'Ey hoca, İstersen bin kere hacca git,/ Bir gönüle girmek hepsinden daha üstündür,' derken de bütün dünyadaki din adamlarına ve insanlara seslenerek, ömürleri boyunca kiliseden, camiden çıkmasalar da, ömür boyu ibadet etseler de, ömür boyu İncil, Kur'an okusalar da eğer bir insanın kalbini kırmışlarsa, ocaklarını söndürmüşlerse, nefislerinin muhakemesinde yargılayıp o insanların hayatlarına son vermişlerse, yaptıkları ibadetlerin işe yaramayacağını ta 13. yüzyıldan haykırıyor.

Abdal Yunus, bütün bunları söyledikten sonra, insanlara, dikkat etmesi gereken evrensel bir uyarı da daha bulunuyor:

'Yunus bu cezbe sözlerin cahillere söylemegil

Bilmez misin cahillerin nice geçer zemanesi'

Demek ki cahillerden ve cahillikten kurtuluş yok! Dün de yoktu bu gün de…

Bilgisizlikten kurtuluş yok! Dün de yoktu bu gün de…

Oysa dinlerin tümü bilgiyi, aklı, mantığı öne çıkarır; okumanın önemi ayetlerde bildirilir, hadislerde tekrarlanır:

'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu! Doğrusu ancak akıl iz'an sahipleri bunu anlar.'

Ayetler akıl sahipleri diyor, iz'an sahipleri diyor ve bilenlerle bilmeyenleri karşılaştırıyor. Oysa din üzerinden çıkar sağlayan kişiler, topluluklar yüzyıllardan beri halkın bilgilenmesini, düşünmesini, soru sormasını, aklını kullanmasını istememiştir. Bu gün dünyadaki tüm cemaatler, tarikatlar aynı anlayıştadır. Türkiye'deki cemaatler bunu bir adım daha ileri götürmüştür. Bu ülkede her cemaat kendi iç disiplinini oluşturmuştur. Camilerinden ibadet şekillerine, kılık kıyafetlerinden yiyecek seçimlerine, aile yapılarından ümmet anlayışlarına kadar her cemaatin farklı görüşleri gelişmiştir. Hiçbir cemaat bir diğerini doğrulamaz hatta düşman ilan eder. Bir cemaat diğer cemaatin ibadethanesini kullanmaz; ortak değerlerini paylaşmaz. Bu gün bütün dünyadaki Müslüman ülkelerin anlaşamamalarının nedeni de budur. Müslüman ülkelerin sadece insan kafası kesen cihat örgütleri vardır. Aynı yaratıcıya inanan, aynı kıbleye dönen insanlar birbirlerini katlediyor! 13. Yüzyılda Abdal Yunus dostluğu, sevgiyi, gönüllere girmeyi haykırıyor; yaşadığımız yüzyılın Müslüman insanları birbirlerini katlediyor! Tuhaf bir tezatlık var! Bu ülkelerin bilimde söz sahibi olamamalarının, akıl ve iz'an sahibi olamamalarının temelinde de cemaatler halinde parçalara bölünmüş olmaları yatmaktadır.

Türkiye'de kimi cemaatler kız çocuklarının okumalarına karşıdır. Kimileri kadınların insani haklarını ellerinden alırken kimi tarikatların zikir törenlerine kadın ve erkek bir arada katılır. Kimileri zikir törenlerinde şiş çekerken, kimileri yedi yaşındaki kız çocuğunun evlendirilebileceğini doğru bulur. Kimi cemaatler yemek masalarına çatal ve bıçak koymazken, kimi cemaatlerin resmi kıyafetleri sarık, şalvar ve cübbeden oluşur ve renkleri bile aynıdır. Kimi cemaat liderleri, bütün okullar İmam Hatip Okulu olursa ve her Köye Bucağa Kur'an kursları açılırsa eğitimin düzeleceğine inanır, kimi cemaatler yabancı ülkelerde eğitim almaya icazet verir. Kimi cemaat şeyhleri öldükten sonra cemaat, kardeşler ya da liderler arasında geçimsizlikten dolayı bölünürken, kimi cemaatlerde silahlı kavgalar çıkar. Bütün bunların temelinde ise ne Kıble, ne Resulullah, ne de yüce Rabbimizdir; bütün bunların temelinde cemaatin maddi yapısını ayakta tutan ekonomik paylaşımdır.

13. yüzyılın Türk düşünürü ve ozanı Abdal Yunus'un deyişleri şayet anlaşılsaydı, onun ne demek istediği insanlar tarafından çözülebilseydi, yüzyıllardır birbirleriyle kavga eden cemaatler Yunus'un safında olur, din, huzurun reçetesi olabilirdi.

Hoş Resulullah'ın vefatından sonra Hz. Osman ve Hz. Ali'nin, yine Müslümanlar tarafından şahadeti, Resulullah'ın dahi anlaşılmadığını göstermiyor mu?