İkinci Dünya Savaşı'ndan beri soluk mavi nokta üzerinde yaşayan insanların büyük kısmını aynı anda bu kadar etkileyen benzer bir hadise daha yaşanmamıştı. Pandeminin yayılması için gereken koşulları globalleşen dünyanın yeni alışkanlıkları sağladı. Virüsün yayılmasından evvel günde ortalama 107 bin uçuş gerçekleşirken bu uçuşlarda yaklaşık 11.9 milyon insan taşınıyordu. 2019 yılının son günlerinde Wuhan'da çıkan virüsün birkaç ayda dünyadaki neredeyse her ülkeye ulaşmasının sebebi yine bu küreselleşme diyebiliriz. Hindistan'dan İsveç'e, ABD'den İran'a kadar her yerde görülen virüsün getirdiklerinden biri de devlet ve toplumların bu hadiseye nasıl tepkiler verdiklerini gözlemleme şansı oldu.
Aynı gemide miyiz?
Mart ayının ilk haftalarında her gün yeni bir ünlüye Covid-19 teşhisi konulduğunu öğreniyorduk. Monaco Prensi II. Albert, AB Komisyonu Brexit müzakerecisi Michel Barnier, Tom Hanks ve eşi Rita Wilson, İngiliz aktör İdris Elba, Kanada Başbakanı Justin Trudeau'nın eşi Sophie Trudeau, Fatih Terim, NBA yıldızları, futbolcular, oyuncular... Listeyi uzatabiliriz. Yine aynı günlerde süper zengin ünlülerin Instagram video ve iletilerini gördük. Huşu dolu ses tonları ve 'aydınlanmış' mesajlarıyla biz ölümlülerle aynı gemide olduklarını söylüyorlardı. Bazıları virüsün din, ırk, fakir, zengin ayrımı yapmadığını, 'onların bile' tehlikede olduğunu anlatıyordu.
Aynı gemideyiz ama aşağıda kürek çeken pruvacıları unutmayın
Stockholm merkezli Aftonbladet gazetesinin haberine göre, Karolinska Üniversite Hastanesi, koronavirüs taşıyan 80 yaş üstü hastaların yoğun bakıma alınmamasına ilişkin doktorlara bir belge gönderdi. Nisan ayının başında İsveç basınına sızan belge sonrası açıklamada bulunan üniversite çalışanı doktorlardan biri:''Hastanın iyileşme beklentisi yüksek değilse yoğun bakım tedavisi uygulanmasına imkan yok'' dedi. İsveç hükümeti diğer Avrupa ülkelerine göre Covid-19'a karşı çok daha 'esnek' yaptırımlar uyguladı. Mağazalar, barlar ve ilkokullar açık kaldı. İsveç'in aksine komşuları Norveç ve Finlandiya katı karantina kuralları koydu. Bu iki ülkede ölü sayısı gün itibariyle 563. İsveç'te ise bu sayı 4.694. Sürü bağışıklığı için uygulanan yaptırımlar, bazı kişi ve kurumlarca ''yaşlıların ölüme terk edilmesi'' olarak yorumlandı.
Guardian gazetesinin haberine göreyse, İngiltere'de mart, nisan ve mayıs aylarında yaklaşık 700 yaşlının evlerinde yalnız başlarına öldüğü belirlendi. Bazılarının cesedi iki hafta sonra komşuları ya da ailelerinden birilerinin araması üzerine tesadüfen bulundu. Yaşlılara yardım kuruluşu Age UK'in Başkanı Caroline Abrahams, 'Başından beri yaşlı kişilerin virüs ya da başka nedenlerden evlerinde tek başına ölmüş olabileceklerinden endişe ediyorduk. Kaygılarımızın haklı çıkması son derece üzücü' dedi.
Koronavirüsün en çok etkilediği ülkelerden İtalya'da ise virüs sebebiyle yakınlarını kaybeden insanlar, ihmal ve yetersizlikle suçladıkları yetkililere dava açmaya hazırlanıyor. İtalyan eczacı Longhini, 65 yaşındaki babasını virüs yüzünden kaybetmeden önce aile doktoru tarafından reddedildiğini, çağırdıkları ambulansın birkaç gün gelmediğini, hastaneye kaldırıldıktan sonra da çok geç olduğunu belirtti.
Benzer bir olayİspanya'da yaşandı. Üç binden fazla ailenin ortak açtığı davada İspanyol hükümetine ''taksirle ölüme neden olma'' ve ''yardım zorunluluğunu yerine getirmeme'' suçlamaları yöneltildi.
Neyse ki Türkiye'de uygulanan katı karantina kuralları, halkın otoriteye duydukları güven, evlerinde kalan yaşlılara gıda yardımı ve hastanelerdeki doluluk oranının kritik seviyeyi aşmaması benzer felaketlerin yaşanmasını önledi.
Yaşlılara uygulanan ''sinsi barbarlık''
Covid-19 salgınından önce bile yaşlıların ''fuzuli masraf'' olarak görüldüğü ve devlet bütçesi için yükten başka bir şey teşkil etmedikleri zaman zaman dillendirilmişti. Kapitalizmin kar odaklı yapılanması, gölgesini satamadığı ağacı keserken yaşlıların da gölgesinde dinlenmesine müsaade etmeyebilir.
''Medeniyet timsali'' Avrupa ülkelerinde gördüğümüz tutumların dünyanın kalanında da o veya bu şekilde yaşandığını söylemeye pek gerek yok. Koronavirüs yaşlı ve fakirleri evrensel bir şekilde öldürdü.
İnsan hayatı için fiyat etiketi koymak ne ahlaki, ne politik ne de vicdanidir. Mart ayının sonunda ''Le Monde'' gazetesinde bilim insanlarının ve entelektüellerin yayımladığı bildiride ''Her insanın yaşam hakkının etik bir ilke olduğu'' vurgulandı. Yaşlıların toplumun diğer parçalarından daha az kutsal olmadığı, otoritelerin kimin ölüp kimin yaşayacağını seçen bir mekanizma olamayacaklarına dikkat çekildi. Ancak ikinci bir peak geldiğinde ya da daha öldürücü, daha vahşi bir virüs yine her yeri sardığında aynı olayları yaşamayacağımıza dair bir garanti verilebilir mi?
Yaşlılara reva görülen ölümün temelinde kapitalizmin pragmatist tavrı yer alır. Bunun altında da sistemin karlılık ve devamlılık ihtiyacı söz konusudur. Yaşlıların sağlık ve emeklilik gibi harcamalarını fuzuli birer masraf olarak gören yine sistemin kendisidir ve bu ''eskimiş'' parçaları makineden atmaktan çekinmez. Dahası, kar vaat etmeyen, efektif olarak görülmeyen her türlü rezerv ve grup,sağlık sisteminden sistematik şekilde uzaklaştırılır. Tam da bu nedenle insanların kar mantığına kurban verilip verilmeyeceği bir an önce sorgulanmalıdır.
Neoliberal söylemin ve ''tıkır tıkır işleyen'' sistemlerin adım adım iş görmez hale geldiği günlerde, yaşlı ve yoksulların yaşadıklarına bianen dünya üzerindeki en kutsal şeyin insan hayatı olduğu tekrar hatırlatılmalıdır.
Kıtlık veya pandemi dönemlerinde yaşlıların, yoksulların, azınlıkların, engellilerinin ilk gözden çıkarılan gruplar olması; kıtlık ve pandemiden daha büyük problemlerin olduğuna delalet eder. Hadisenin gözardı edilen bir diğer tarafı da ikinci bir peak'te ya da daha öldürücü bir pandeminin yaşanacağı gerçeklikte endişe etmesi gerekecek tek grubun yoksul veya yaşlılar olmayacağıdır. Böyle bir durumda sistem belki kendisini ekonomik olarak tolere edebilir ancak insan ahlak ve vicdanını edemeyeceği kesin.