Hüzünlerim dayanılmaz olunca, özlemlerim yüreğimden taşınca odada duramaz bir bahane ile banyoya gider, duşun altına girer o suyun içinde ağlardım. Özlediğim o çocukluk sevgime ağlardım. Çıktığımda gözlerimin kanlanmış olduğunu görünce, 'Banyoda fazla kalınca bak gözlerin kızarıyor, bu kadar kalma içeride' diye söylenirdi. Oysa bilmezdi banyoda kalış süremle gözlerimin kanla dolmasının hiçbir ilgisi yoktu. Gözlerimi kanatan özlemlerimdi, gözlerimi kanatan yalnızlığımdı.

Tartışmaların sonunda bilgilenmiş olarak değil de yaralanmış, öfkelenmiş, kızgınlığımız artmış olarak ayrılıyorduk birbirimizden. Bu genelde hepimiz için geçerliydi. Bize bilginin, erdemin, empati yapmanın yolları öğretilmemişti. Hep başkaları için kendimizi harcamayı, hep fedakar olmayı doğru bilmiştik. Ne zaman içimde yalnızlığım büyüse annemin şefkati aklıma geliyordu. Bize hayatı veren annemizdi. En yakın olanımızdı. Bizi çıplak olarak en çok annemiz görüyordu, her halimizi olduğu gibi annemiz kabul ediyor, annemiz seviyordu. Annem ne yaparsa yapsın, hepsi doğru şeyleri yapıyordu. Yaptığı her şeyi sınırsız derecede kabul ettiğim tek kişiydi. Belki de bu yüzden aşık olduğum, sevdiğim kadınlardan da annemde gördüğüm sevgiyi arıyor ama bulamıyordum.

Sevgilimle ne zaman tartışmaya başlasak, bana kızıp yüzüme bağırmaya başlasa, benim de kendisine bağırmamı isterdi.

'Hadi ne duruyorsun, sen de bağırsana bana, sen de küfürler etsene bana, babamın annemi dövüp sövdüğü gibi sen de bana sövüp canımı acıtsana, vursana, kızgınlığını benden alsana, sen nasıl böyle sessiz kalıyorsun, sen nasıl bir erkeksin böyle' diye defalarca bana bağırırdı. Ben tartışmalardan kaçıp, diğer odaya giderdim. Öfkesini alamaz, odaya gelir, kapıyı çarpar, masaya tekmeler atar, mutfaktan tabakları atıp, kırar, sonra bir köşeye yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlardı. Bazen sert sözler söylediğim oluyor ama asla fiziki şiddet yapmazdım. Kavgalardan nefret etmişimdir her zaman. O sert sözler bile şimdi beni nasıl kırdığını, beni nasıl hırpaladığını bile anlatamıyorum. Aynanın karşısına geçip kendime, 'Sen kötü bir insansın, geçmişinde üzüleceğin kötü şeyler yaptın, şimdi acısını yaşıyorsun' diyorum. Ama geçmiş işte, geçmişte olduğu gibi kalıyor, değiştirmemiz mümkün olmuyor.

Onun böyle içten ağlamasına dayanamaz, yanına çömelir, elini tutar, tamam, geçti boş ver, hepsi bitti işte, bu kadar kızma, öfkelenme gibi boş boş sözler söyler, onun sakinleşmesini beklerdim. Yine böylesi bir tartışmamızda bana sarılmış, 'Sen neden böyle yapıyorsun ki, ben öfkelendikçe sen susuyorsun, benim ağlamama boş ver sen, ben aslında kendime değil anneme ağlıyorum' demişti. İşte o zaman anlamıştım, sevgilimde yaralanmış, hırpalanmış, sevgiyi tam içinde hissedememiş yaralı, yüreği hüzün dolu birisiydi. Farklı bir yaşanmışlığı vardı, kolay değildi. Ne kadar sevgi göstersem de onun iyileşmesini sağlayacak kadar başarılı olamıyor, ne kadar iyi olsak da sudan sebep şeylerle yine kızıyor, bağırıyor, evdeki tabakları, bardakları kırmaya tekrar başlıyordu. Benimse onu tedavi edecek gücüm yoktu. Yine bir gece gözyaşları içinde bana bağırdıktan sonra pişman olmuş gibi bana sarılmıştı. O gece bu olay tüm hayatımı etkilemişti. Öyle bir sarılmıştı ki bana, kemiklerimi sanki birbirine yapışacak gibi hissetmiştim. Ellerini tutuyor, ayırmaya çalışıyordum ama mümkün değil ayıramıyordum. Sanki demir çubuklar gibi tüm bedenimi sarmıştı kolları. İlk defa o kadar sıkı sarılıyordu. İlk defa o kadar derin, o kadar içten ağladığını görüyordum. Gömleğimin büyük bir alanın soğuk gözyaşlarından ıslandığını hissedince kendimi garip bir duyguya kapılmış olduğumu hissetmiş, sanki aradığımın çok eski bir dostu bulmuş gibi ben de sarılmış, kucaklayıp, yatak odasına taşıyıp yatağa yatırmıştım. Benden ayrılmak istemiyor bir türlü bırakmıyordu. Usulca yanına uzanıp, sırt tarafına dönüp sarılmıştım. Gözyaşlarına dayanmam, sakin kalmam asla mümkün değildi, öylesi anlarımda banyoya koşup duşun altına girip ağlamam, kendimi rahatlatmam gerekiyordu ama o akşam buna imkanım yoktu, kendimi tutamayıp ben de ağlamıştım. O an yine annem aklıma gelmiş, annemin bana sarılışını arıyordum. Garip bir akşamdı, ben annemim sıcak sevgisine ağlıyorken, sevgilim de annesinin acılarına ağlıyordu. İlk defa o gecemizi sabaha kadar uyumadan geçirmiştik. Bir ara balkona çıkıp gökyüzüne bakmış, gökyüzü bizim acılarımızdan bağımsız kendi bildiği gibi işleyişine devam ediyor, bulutlar gelip geçiyor, ay ışığı bir çıkıyor bir kayboluyordu. Çevredeki evlerin tüm ışıkları kapalıydı belli ki herkes uyuyordu. Ve herkes acısını kendi içinde yaşıyordu. Az ya da çok hepimizin derinliklerinde ya hasret, ya özlem, ya öfke ya da kızgınlık vardı. Yaşam çözülemeyen bir gizemli nehrin akışına benziyordu. Öfkesinde çekilmez, geçimsiz birisi olduğunu her davranışıyla nasıl sergiliyorsa o gece, o sarılışında da sımsıkı bir sarılmanın nasıl olabildiğini o gece görmüştüm. Aslında herkes iyi, herkes güzeldi. İnsanın içini karartan, insanı kötü yapan yaşamın olumsuz şartlarıydı. Her kızgınlığın içinde daha önce görülmemiş ve keşfedilmemiş sevgi dolu kırıntıları herkesin içinde vardı. İçimizdeki öfkenin ateşi ne kadar fazlaysa, o ateş tüm benliğimizi sarıyor, hiç ara vermeden her gün bizi yakmaya devam ediyordu. Kızdığımda kendime hakim olmasam kim bilir neler söylemeye cesaret ederdim. Cesaretin verdiği o güçle, sevgilimin babası gibi belki de kendimi güçlü göstermeyi başarırdım. Ne kadar güç gösterebilirsem yan odaya geçtiğimde ya da banyoda duşun altında sessizce ağladığım zamanlarda o kadar da kendimi yenilmiş, hırpalanmış, yaralanmış olarak bulacağımdan emindim.