0
Bayrak ve dil. İkisi de bir ulusun simgesi ve kimliğidir. Bayrak, özgürlüğü ve bağımsızlığı simgeler. 'Bayrak, vatanın şapkasıdır.' diyor Cenap Şahabettin. Bayrak düşerse vatan düşer. Dil, bir ulusun kimliğidir. Ulusun ve devletin ölmezliği, varlığı, bağımsızlığı ülküsüne ve kültürüne bağlıdır. Kültür ve ülkü dil ile gerçekleşir. 'Dil, bir ulusun tarihinin, kültür birikiminin, ortak duygularının toplandığı ögedir. Dil olmazsa kültür olmaz, kültür olmazsa kimlik olmaz. Kimlik olmazsa saygınlık ve onur olmaz (Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe, s.203).'
Dil, hem kültürün ögesidir hem kültürü öğrenmenin aracıdır. Nurullah Ataç, 'Dil düşüncenin aracıdır.' der. Türk düşünürü Yusuf Has Hacip de Kutadgu Bilig adlı yapıtında şöyle demektedir. 'Akıl süsü dil, dil süsü sözdür.' Duygular, düşünceler sözlerle ortaya konur. İnsanlar birbirleriyle dil sayesinde anlaşırlar. Bu nedenledir ki bireylerin ve toplumun dilini doğru, düzgün kullanması, diline sahip çıkması gerekir. Aksi durumda araştırmacı yazar Orhan Hançerlioğlu'nun da vurguladığı gibi 'Dillerini yitiren uluslar, ulusal bilinçlerini yitirirler.'
Üzülerek belirtmek gerekir ki toplumumuz kendi diline karşı pek ihmalkar davranmaktadır. Bu durum geçmişten günümüze sürüp gelmiş bir ihmalkarlıktır. Söz gelimi 7. Yüzyıla kadar Türkçe aile, tarım, devlet yönetimi alanlarında çok zengin bir dil iken, Türklerin İslamiyet'i benimsemesinden sonra Türkçe ötelenmiş, biraz moda biraz da yabancı hayranlığı gibi nedenlerle Arapça ve Farsça öne çıkarılmıştır. Selçuklu sultanları Farsça unvanlar kullanmaya başlamışlar. Örneğin keykubat, keyhüsrev bunlardandır. Okuryazar olanlar da Arapça ve Farsça yazmışlardır. Öyle ki bu yabancı tutkusu, Türkler için şöyle bir söyleme neden olmuştur: 'Türk, ailesine Türkçe, Tanrısına Arapça, sevgilisine Farsça seslenir.'
Dildeki bu yabancı hayranlığına karşı ilk tepkiyi Kaşgarlı Mahmut vermiş ve Türkçenin Arapçaya karşı üstünlüğünü kanıtlayan Divanül Lügat-it Türk adlı ünlü yapıtını yazmıştır. Diğer yandan Şair Ali Şir Nevai de Türkçenin Farsçaya üstünlüğünü savunmuştur. Anadolu Selçuklu Devleti Dönemi'nde de durum pek farklı değildi. Halk dışında, kentlerde yaşayanlar, okuryazar olanlar Farsça ve Arapçayı kullanmaktaydılar. Bu nedenle 'Türk'ün iti Şehre gelince Farsça ürür.' atasözü ortaya çıkmıştır. Oysa halk, öz malı olan ve kendi kimliğini ortaya koyan Türkçeyi konuşmakta, söylemekteydi. Sözgelimi Yunus Emre, der ki:
'Taş gönülden ne biter/Dilinde ağu tutar,
Nice yumuşak söylese/Sözü savaşa benzer.'
Bir dörtlük de Pîr Sultan Abdal'dan örnekleyelim:
'Viran bahçelerde bülbül öter mi/Gönül eğlencesi gül olmayınca.
Merhemsiz yaralar onar biter mi/Bir gerçek veliden el olmayınca.'
Konya'da yaşayan Mevlana Hazretleri ise Farsça yazıp söylemiştir:
'Bî-adet bîdar-ı çeşm ü hufte-dil/gördüğünden sorma nakş-ı ab u gil.'
Bu beytin günümüz Türkçesiyle anlamı şöyledir: 'Gözü uyanık fakat kalbi uyuyan sayısız insan var. Su ve toprak suretinin gördüğünü sorma.'
Görüldüğü gibi Türkçe halk dışında neredeyse kullanılmamaktadır. Bu gidişe bir tepki Kırşehir'den yükselir. Tasavvuf şairi Âşık Paşa, şöyle der:
'Türk diline kimse bakmaz idi/ Türklere asla gönül akmaz idi
Türk dahi bilmez idi o dilleri/ İnce, o uzun menzilleri.'
Türk dilinin giderek düştüğünü gören Karamanoğlu Mehmet Bey, şu buyruğu duyurur:
'Bundan böyle divanda, dergahta, bargahta, mecliste, meydanda Türkçeden başka bir dil konuşulmayacak.' Bu buyruğun etkisi 16. Yüzyıla kadar sürmüştür. Yavuz Sultan Selim'den başlayarak Türkçe yine ötelenmiş, Arapça ve Farsça öne çıkarılmıştır. Daha da ileri gidilerek Türkçe horlanmış, aşağılanmıştır. Söz gelimi, Hoca Saadettin Efendi, Türkçe için şöyle der:
'Din bilginlerinin yüce eteği, idraksiz, kötü soylu Türklerin diliyle kirletilemez.'
Osmanlı Devleti'nin Avrupa ile ilişkileri geliştikçe Batı dillerinden pek çok sözcük Türkçeye akın etmiştir. II. Mahmut'tan itibaren Türkçenin yalınlaştırılması gündeme gelmişse de Serveti Fünun Edebiyatçıları ağdalı bir Osmanlıcayı sürdürmekteydiler. Öte yandan aydınların çoğu, Batı dillerini konuşma, yazma yarışına girmişlerdi. Böylece dilde karmaşa diz boyunu aşmıştı. Türkçe Doğu'dan ve Batı'dan gelen saldırılar karşısında nefes alamaz duruma düşmüştü, tutsak olmuştu. Bu duruma Lastik lakaplı gazeteci, şair Sait şöyle tepki vermiştir:
'Arapça isteyen Urban'a gitsin/Acemce isteyen İran'a gitsin
Frengiler, Frengistan'a gitsin/ Ki biz, Türk'üz, bize Türki gerek.'
Bernard Lewis, Türklerin yabancı dillere olan tutkuları için şöyle diyor: 'Türkler, Fars ve Arap dillerine olan tutkularını, kendi dillerine yönlendirselerdi bugün Türk dili dünyanın en yaygın dili olurdu.'
Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak için gerçek çözüm ve atılım Atatürk tarafından gerçekleştirilmiştir. Atatürk'ün, Dil Devrimi için öngördüğü ilkeler şöyledir:
a) Türkçe öncelikle yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılmalıdır. Çünkü Türkçenin bağımsızlığı Türkiye'nin ve Türk ulusunun bağımsızlığı demektir.
b)Türkçe, insanlık tarihi kadar eski, köklü, zengin, övünelecek kadar güzel ve ahenkli bir dildir.
c) Türkçe işlenerek geliştirilebilir ve ileri bir uygarlık dili durumuna getirilebilir. Bu ilkeleri gerçekleştirmek için 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurdurdu ve 26 Eylül 1932'de Birinci Türk Dil Kurultayını topladı. Böylece Dil Devrimi eylemli olarak başlamış oldu. Çünkü ulusal bilincin gelişmesi için Dil devrimi gerekliydi. Atatürk diyor ki: 'Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duyguyu geliştirir.'
Atatürk, dil çalışmalarına sık sık katılmış, kendisi de yeni Türkçe sözcükler ve geometri terimleri ortaya koymuş ve bir geometri kitabı yazmıştır. Söz gelimi açı, üçgen, dörtgen, çap, yay, kiriş, teğet, boyut, uzay, yüzey, düzey, eksi, artı gibi yüzlerce sözcük, Atatürk tarafından türetilmiştir. Dil Devrimi, semeresini vermeye başlamış, Türkçe arılaştırılmış, geliştirilmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Yazı dili ile konuşma dil arasındaki uçurum giderilmiştir. Ne var ki Atatürk'ün getirdiği her yeniliğe karşı olanlar ile sömürücü ve el koyucu yabancı güçlerin işbirliğiyle dilde özleşme ve arılaşma çabalarına da karşı çıkıldı. Zamanla İngilizce başta olmak üzere yabancı sözcükler her alanda bilinçli bilinçsiz kullanılır oldu. Yabancı sözcük kullanma özentisi sonunda Türkçe sözcükler yerini yabancı sözcüklere bırakır oldu. Örneğin cankurtaran yerine ambulans, gezgin yerine mobil, alışveriş merkezi yerine shopping, yasa dışı yerine illegal, hastane yerine hospıtal kullanılmaya başlandı. Bakkal market, merkez center, çorba shorma oldu.
Atatürk diyor ki 'Bir ulusun dili, bütün bilim kavramlarını oluşturacak biçimde gelişmemişse o ulusun bilim ve kültür alanında varlık göstermesi beklenemez. Türk dilinin kendi benliğine, aslındaki güzelliği ve zenginliğine kavuşması için bütün devlet örgütünün özenli, ilgili olmasını isteriz." Atatürk, bu sözleriyle dilde Türkçeciliği devlete, mal etmiştir, üniversitelere, okullara mal etmiştir. Ancak bu kurumlar zamanla gereken ilgiyi göstermemişler ve Türkçeye verilen değer giderek azalmıştır.
Bu coğrafyada varlığımızı sonsuza kadar sürdürmek istiyorsak yabancı dillere olan tutkularımızı Türkçemize, ses bayrağımıza yönlendirmeliyiz. Dilimize bilinçle sahip çıkmalıyız. Atatürk'ün dediği gibi 'Türk demek, dil demektir. Türk ulusundanım diyen insanlar, her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdırlar.' Devlet yönetiminden üniversitelere, okullara; medyadan sokağa kadar her kesim gerçek anlamda Türkçenin arılaşması, güzelleşmesi, yaygınlaşması; bilim, sanat, spor ve ileri bir uygarlık dili olması için kendisini sorumlu tutmalıdır. Çünkü dilini yitiren bir ulus, ulusal bilincini, kültürünü, saygınlığını, onurunu kısaca kimliğini yitirir.
Unutmayalım ki dilimiz, kimliğimizdir. Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu'nun vurguladığı gibi 'Türkçe giderse, Türkiye gider.' Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Ay yıldızlı al bayrağımızı ve ses bayrağımızı asla düşürmeyelim, sahip çıkalım ki vatan da ulus da düşüp yok olmasın.