Güne sıcacık şekersiz bir kahveyle başlamak... Bu huzur gibisi yok. Uykusuzluğumu, huzursuzluğumu ve yorgunluğumu her yudumda yavaşça gırtlağımdan aşağıya bırakıyorum. Aklımdan, sağ yanımdan ve diğer yarımdan yine bilindik sesler. İçi huzur dışı çilek kokulu tüm anlarım. İnsanların dertlerini, dertli olma gerekliliklerini dinliyorum. Sanki sözler bir ok ve bu ok bir kulağımı parçalayarak öteki kulağımdan çıkıyormuşçasına bir acı. Buna rağmen ve her şeye rağmen dinlemeye devam ediyorum. Çünkü her zaman iyi bir dinleyiciyim. Ya da öyle olduğumu düşünürüm. Tüm acılara, ok gibi saplanan sözlere rağmen her şeyi bir kenara fırlatıp yürümeye başlıyorum. Benim yürümeye ihtiyacım var. Hiç durmadan. Düşmeden. Var olmak, hapsolmadan. Hiçbir yere ait olmadan. Durmadan yürümek. Herkesin dertlerini alıp denizlere, okyanuslara, göklere fırlatmak.

Bazen koştum, bazen duraksadım, bazen incindim ve bazen sadece sevdim ben. İçim bir savaş alanı da olsa koşmayı başardım... Bu savaş alanından kaçmak değildi. Savaşa dahil olmamaktı. İncinişleri görmek istememekti belki. Bir son biçmek istememekti. Mesela sonları hiç sevmedim. Kahvenin bile sonuna geldiğimde mutlaka dibinde azıcıkta olsa bırakan biriyim. Sonu görmeyi sevmem. Hiçbir açıdan ve hiçbir şekilde. Sonunu düşünen kahraman olamaz diye bir söz vardır hani. Bence sonunu düşünen mutlu olamaz.

Sonları düşündükçe hüzünlenir, hüzünlendikçe büyük meydanlarda, vicdan ve sevgi savaşı veririm.

İçimdeki çocukla, beynimdeki yetişkin çoğu zaman savaşır ve sonunda ikisini de kalbimle yenerim. Ben kalpten inanmayı ve kalple bağlanmayı bilirim. Bir şarkıya, ilahi bir güce, bir hayvana veya bir insana... Bunu hiç yapmamış insan boştur gözümde, yetim kalmış, duyu organlarından birini kaybetmiştir. Bunu tatmış insan her şeyi aşkla yapar. Nefreti bile aşktır belki. Çünkü bu hissiyat; tüm damarlarına işlemiştir. Nefret tohumlarını en ufak zerresinde bile kabul etmez, edemez.

Damarlarımın morlaşmış kısımlarına ve solgun tenimin iç yüzeyine bakıyorum. Sanki tüm acıları damarlarımda biriktirmişim ve onlar sayesinde hiç düşmemişim gibi. Ben hiç düşmedim. Acılarımın sebebi kimi zaman düşlerimdi ama ben buna rağmen düşmemeyi seçtim. Beni bileklerimin kaşındığını yerden öpsünler istedim. Gülümsemek istedim, yüzüm bulutlu bir havayı anımsatsa da bana, rimelim beyaz boynumun en hassas bölgelerine de aksa ben her şeye rağmen gülmek istedim. Olaylara, insanlara, cisimlere, takıntılara, laf sokuşlara, egolara, komplekslere... Çoğunlukla güldüm ama sadece gül'düm... Kime 'gül'düm peki ben? Bana sevgiyle bakanlara, sarıp sarmalayanlara, beni insan olmanın özüyle dinleyenlere, yargılamadan önce soranlara, çiçeğimi kurutmaya çalışanlara değil, ben; çiçeğimi sulamaya çalışanlara, onu kalbinde büyütenlere gül'düm... Ve bu gül'ün ya da her 'gül' olmayı seçmiş kişinin bana göre kalbinin farklı bir dili var... Mesela çoğu zaman şunu derim kendi kendime... Keşke dilim ile değil de kalbim ile konuşabilseydim ve bunu tüm dünya duyabilseydi... Keşke. Belki o zaman 'gül' sadece güzel koktuğu ve güzel göründüğü için değil de, bir can taşıdığı için, emek verilerek büyütüldüğü ve bin bir zahmetle sadece sevgisini aldığı kişiye açtığı için saygı duyulur.