Fıkra bu ya…
 

‘’Derler ki Nasreddin Hoca’nın kadılığı da vardır. Yani vazifeli olduğu beldede insanların hukukî davalarına şeriat ölçüleri dairesinde bakar, hâkimlik yapar…
 

Adamın biri Nasreddin Hoca’nın makamına telâşla gelir. Tarlasına giren ineğin mahsulüne zarar verdiğini, ineğin sahibinden davacı olduğunu anlatır. Hoca adamı dinler, hak verir. İnek sahibinin derhal cezalandırılması gerektiğini söylemeye davranacakken hocanın yanındakilerden biri ineğin Nasreddin Hoca’ya ait olduğunu söyler. Hoca oturduğu yerden cübbesini şöyle bir savurur ve “Gelsin o zaman kara kaplı kitap” der. Alır kitabı eline. Hemen karar verebilecekken davayı uzatır da uzatır…’’
 

Anlayacağımız yargının siyasallaşması, son sözü söyleme makamında olanların kararlarını adaletin yerini bulması için değil de belli ideoloji ve menfaatler için vermesi belki de insanlık tarihi kadar eski bir meseledir. Oysa adalet mekanizmasının temelinde bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleri yatar. Hakimlerin ve savcıların, kararlarını yasaların rehberliğinde ve vicdanlarının sesiyle verebilmeleri, toplumsal huzurun ve birey haklarının korunmasının şartıdır. Bu nedenle, yargının siyasetten arındırılması için güçlü bir hukuki çerçeveye, şeffaf atama sistemlerine ve kamuoyunun bilinçli bir şekilde bu mekanizmaları denetlemesine ihtiyaç vardır.
 

Sonuç olarak, yargının siyasallaşması yalnızca hukukun değil, toplumsal barışın da en büyük tehditlerinden biridir. Bu tehdidi bertaraf etmek ise her toplumun hukuka ve adalete olan bağlılığına bağlıdır. Adaletin gerçekten yerini bulduğu bir düzende, bireylerin haklarının korunduğu ve siyasi menfaatlerin yargıyı gölgelemediği bir sistem inşa etmekle mümkün olabilecektir.
 

Âlim değil, ama arif olan insanımız Nasreddin Hoca’nın şahsında yargının adaletsiz karar verebileceği gerçeğini böyle mizahlaştırılmıştır işte…