'Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanır ve öyle yaşarmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu yangın bütün ormanı kül etmiş. Bundan sonra o çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince oduncu eşyalarını toplamış, eşeğine binip yola koyulmuş.

Ağaçların arasında yürürken, birisinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırdığında konuşan bir bülbül olduğunu görmüş.

Bülbül ona, 'Senin haline çok üzüldüm. Şimdi sana öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak. Sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın' demiş.

Gerçekten de eşek birbirinden güzel şarkılar söylemeye başlamış. Oduncu, o şehir senin bu kasaba benim dolaşmaya başlamış. Gittiği her yerde eşeğine şarkılar söyletiyor ve herkes onu izlemek için birbiriyle yarışıyormuş.

Oduncu ve eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün, yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmeyip, gelecek onca parayı kaçırmayı kıyamamış. Arkasına bile bakmadan kaçmış oradan. Gösteri başladığındaysa, eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği kadar sesleri çıkarmış.

Oduncu, kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman anlamış bülbül ölünce büyünün de bozulduğunu.' (*)

Hayata dair çok güzel bir öykü..

Ve bizler çoğu zaman o bülbülün feryadını duymuyoruz. Duysak ta oduncu gibi hızla oradan kaçıyoruz.

Çoğu zaman kendimizden bile kaçıyoruz.

Terk edilmenin acısını yakınlarımızı yarı yollarda bırakarak çıkartıyoruz.

Çoğu zaman acımasız olabiliyor ve düşüncesizce hareket edebiliyoruz.

Bazen bir kuyuya düşen yavru bir kedi için seferber oluyorken, bazen de hayvanlara şiddet uygulayan insanları üzülerek gördüğümüz oluyor.

Kapıyı bir kez kapatıp çıkmayalım, soluğu uzak kentlerde alıyoruz. Soğuk ve nemli olsa da uzak kentlerin odaları, uzaklaşmanın acısında hem karşı tarafa hem kendimize eziyet etmeyi seviyoruz.

Çünkü kırmış oluyoruz kristal vazoyu..

Çünkü biz acıyı seviyoruz, acı vermeyi de..

Yalnızlığı da...

Yaşamın her zaman ince bir çizgisinin olduğunu düşünürüm. Ve bu çizginin kırılması ya da bozulması durumunda tekrar eskisi gibi olmasının mümkün olmadığını da iyi bilirim. Çünkü insan ilişkileri kristal bir vazo gibidir ve o kristal vazo kırıldığında ne yaparsanız yapın eskisi gibi olamaz. Ne kadar iyi tamir edilirse edilsin yine de bir yerlerinde izler kalır. Yenisini alsanız dahi eskisinin yerini tutmaz. Fiilen gerçek olan bir eşyayı bulabilirsiniz ama kaybedilen bir insanın yerini başka insanlarla dolduramazsınız.

Eğer bir çocuk aile büyüklerinin sözünü dinlemeyip kendi bildiğini yapıyorsa bilsin ki sonu hüsran olur. Çünkü hiç bir anne baba çocuğunun kötü olmasını istemez.

Eğer bir evliliği aile büyükleri istemiyor, ufak sorunlar devleşiyorsa yine o evlilikten hayır gelmiyor. Ve bu süreç öyle bir zamana yayılmıştır ki, neyin ne zaman ve nerede ortaya çıkacağını bilemezsiniz.

Bunun değişik durumları vardır yaşamda görülen. Gün döner iyiler kötü, kötüler iyi duruma gelir. Zenginler fakir, fakirlerde zengin olabilir.

Yine bir yerlerde yeni insanlarla tanışabilir, hayatınıza renk gelebilir. Ya da yeni birisini görür aşık olabilir, yüreğiniz bir kuş gibi bulutlarda gezintiye çıkabilir.

Zamanın değeri ve güzelliklerin kıymeti bilinemiyorsa ele geçen güzellikler ve huzur az az elden çıkmaya başlar.

Kristal vazo kırılmaya görsün!

Geçmiş unutulur, gönül boş işlerin peşinden yükseklerden uçmaya başlar...

Ve bir şeyler tersine dönmüştür ağır ağır.

Evdeki huzurda az az kaybolmaya başlar.

Eşiniz sizin sözünüzü dinlememeye başlamıştır. Fındıkkabuğunu doldurmayan sıradan ve basit şeyler yüzünden tartışmaya başlarsınız. Çoğu zamanda dışarıdaki kişiler yüzünden bozulur huzurunuz.

Çocuğunuzda az az şımarmış, sizi anlamayıp arkadaşlarıyla daha fazla zaman geçirmeye başlamıştır.

Öğrenci ise neyi okuduğunu, neden okuduğunu düşünecek kadar gelişmemiştir beyin hücreleri.

Savaşlar ve yokluklar ilgisini çekmez, mazi geçmiş gün, gelecek zaten belirsizdir.

Hepimizde azda olsa vardır bu ilgisizlik.

Bir yanımız acınacak durumdayken, bir yanımız açıkgözlülükte üstüne yoktur...

Güncel yaşamda zaman zaman görülen pislikten girilemeyen fırınlar, pastaneler, domuz çiftlikleri, artan kanser hastalıkları, bacak kadar çocukların sokaklardaki küfürleri, kabadayılık, bencillik. Bir şeyler hızla yozlaşmaya, çürümeye, kendi öz değerinden ödün vermeye çoktan başlamış gibi...

Ama gelecek güzel olacaktır yine de...

Yaşamda her şeyin güzelliğini zamanında yaşamak gerektiğini savunuyorum. Zamanında ve sırası geldiğinde. Bunun öncesi ve sonrasında yaşanan zamansız güzellikler bir zaman sonra zarar getirebiliyor.

Mesela arkadaşlık, sözlülük ya da nişanlılık döneminde yaşanan yakınlaşmalar da böyle...

Oysa o güzellik, o doyumsuz haz gerdek gecesine saklanmalı...

Eğer o güzellik, o ilk geceden önce yaşanmışsa, o ilk gece, o hazzın mutluluğunu hissetmek mümkün müdür?

Kesinlikle hayır...

Ama sanmayın ki, aşkı dar kalıplar içinde düşünen birisiyim. Tam tersine, insana mutluluk ve neşe veren her şeyin iki tarafta istedikten sonra sınırsız yaşanmasından yanayım. Çünkü bir şeyi ne kadar çok saklarsanız o kadar çekici hale gelir. Aşkta sınırsız yaşanmalı... Sınırsız derken zamanında ve dengesine göre..

Tüm bu konularda isteyen istediğini düşünebilir.

Doğru ya da yanlış olması kişiye göre de değişebilir.

Düşünce sınırı ya da yorumu da o güne kadar yetiştiği çevresi, ailesi, arkadaşları, okuduğu kitaplar, izlediği filmlerden öğrenmiş olduğu kadardır.

Çünkü bizler bu dünyayı düşünebildiğimiz kadar yaşıyoruz.

İçimizdeki dünyayı ne kadar genişletebilirsek o kadar çok yaşıyoruz.

Her ne olursa olsun kırılan hiçbir şey eskisi gibi olmuyor.

Yapıştırmaya ve tamir etmeye ise ikinci el diyorlar...

İnsanlık özünü ve insan sevgisini, hoşgörüsünü kaybeden insanlara çürük insan denmesi de bundan olsa gerek..

- Akıp Giden Hayat, (2006) adlı eserden alınmıştır.

--------------

(*) Bu alıntı internet aracılığıyla ulaştı. Yazarının ve çevirinin kime ait olduğunu bilmediğim için özür dileyerek yazamıyorum.