Yaşam hep garipti. Yapılan bir hatanın, bir suçun ya da bir ihanetin cezasını bir kez değil, insana defalarca ödetiliyordu. Adın çıkmış dokuza inmez sekize sözünü her kim söylediyse gerçekten çok haklı bir söz olmuş. İnsan, hayatında bir damga yemesin hayatı boyunca aldığı etiketin bedelini her gün ödüyordu. Sevgi dünyası da böyleydi. Gönlündeki yarım kalan sevginin eksiğini tamamlayacağın sandığını kişiye tüm benliğini verir, iliklerine kadar sevilmek ister ama ne gariptir ki, sevgiyi gönül verdiği kişi yine aynı yaraları açarak gider. İşte bu yüzden kimi insanların kalplerindeki o yara hiçbir zaman kapanmaz. Sevgi açlığını başka hiçbir şey dolduramaz. Her acı insanın içindeki kendi acısıdır.

Beni bağışla sevgili…


Bir aşk yarasını tedavi edecek, bir özlemin üstüne su serpecek kadar güçlü olmadığım gün gibi ortadaydı. Acı benim acıydı. Bu acıyı yaşamam, yas süremi belki de doya doya yaşamam gerekiyordu. Kendi hüzünlerimi ortadan kaldıramadan senin acılarına ortak olacak dermanım yoktu.

Bu şehirde senden başka kimsem de yoktu. Yanımda olan sendin. Ellerine dokunduğum kadın sadece sendin. Gecelerin karanlık yalnızlığını, gündüzlerin güneşin aydınlığını sadece seninle hissediyordum. Sensiz gecelerimde beni dinleyen tek şey masamdaki soğumuş çay bardağımdı. Sanki sessizce beni dinliyor, beni anlamaya çalışıyor gibiydi. Gecenin içinde karanlık koyulaştıkça artan hüzün gibi koyulaşırdı bardağın rengi. Oysa bilirdim karanlığın içinde bardağın daha da demli göründüğünü. Kendime yakın bulur, dost edinirdim o soğuk çay bardağını. Masadan kalkıp giderken son defa yarım kalmış çaydan bir yudum daha alırdım. Sanki tüm dertlerime ortak etmek istercesine ağır ağır yutardım. Yatağa yattığımda iki damla gözyaşımı ellerimle silerdim. Tek başına olmanın o zorluğunu iliklerime kadar hissederdim. Ve sabah olduğunda çevremdekilerin hiçbiri bilmezdi gecenin içinde neler yaşadığımı. Ben yalnızdım. Terk edilmiş evlerin odalarında sanki ben tek başına yaşıyordum. Şehir bomboş gibiydi. Kimseler yok gibiydi. Nereye gitsem sığamıyordum. Uzaklara, çok uzaklara gidip oralarda avazım çıktığı kadar bağırmak, bağırmak istiyordum ama iç sesim çıkmıyordu. Dış sesim ise önemli değildi zaten çıksa da duyanların hiçbiri beni anlamıyordu.

Sonunda çok iyi anlamıştım, ben sevgilimi tanımıyordum. Çünkü hep iyi günlerde buluşmuş, bana her gelişinde güzel makyajını yapmış, alımlı alımlı giyinip gelmişti. Ben de özenle tıraşımı olmuş, bembeyaz ütülü gömleğimi giymiş, öyle buluşmuştuk. Bakımlı tırnakları, özenerek sürülmüş ojeleri, dolgun dudağının kırmızılığı ile göz dolduran bir güzelliği vardı. Masada çay içerken hep parmaklarını severdim. Tırnaklarını okşar, öylesine sohbetimiz devam ederdi. Ama o masada, o parmakları severken hiç aklıma gelmemişti mesela, bu kadar güzel eller bir çocuğun bezini de aynı güzellikte, aynı bakımla değiştirebilecek miydi? O parmaklar çocuğun pisli bacaklarını yıkarken de öyle güzel olmaya devam edebilecek miydi?

Bir insanı gezerek, tozarak tanımak imkansızdı. Bir insanı tanımanın en iyi yolu, evinde anne babasının karşılıklı evdeki sorunu nasıl çözdükleriyle ilgiliydi. Evde nasıl yetişmişse çocuk ömrü boyunca hiç değişmeden aynı şekilde devam edecekti. Hani kimi zaman çok abartılmış bir makyajın insanı farklı gösterdiği gibi. Oysa yüzünü yıkayınca görüyorduk gerçek saf güzelliğini. Evdeki en büyük çözüm ise, savaşçı olmaktan geçiyordu. Sorunu büyütmek değil, çözmek zorunda olunduğunun bilincine erişmek gerekiyordu. Hayatın en temeli belki de burada saklıydı. Zor durumlarında insan kendisini nasıl ifade ediyorsa çevresine öyle davranıyordu.