Ben sevgilimi sözlerimle yaralamak, sızlatmak, kötü sözlerimle geçmiş acılarını anımsatıp üzmek istemiyordum. Belki de söyleyecek çok şeyim olmasına rağmen susmayı kendime ilke edinmiştim. Bazı şeyleri yine de aşamıyor, içindeki o karanlık kuyuya ışık olamıyordum. 'Babam gibi vursana, incitsene, ayaklarının altına alsana' der ama başka neler yaptığını söylemedi. Ayrıca babasına karşı kötü bir söz söylediğini asla duymamıştım. Sadece yaptıklarını dile getirir, kendi duygularını asla söylemezdi. Söyleyemediği tüm kelimeleri o gözyaşlarının içine akıttığından emindim. Her ne olursa olsun kendi babası, kendi ailesiydi. Yine bir akşam babam gibi der demez sözünü kesmiş, 'Babanı ne kadar seviyorsun' diye sormuştum. Sorduğuma pişman olmuş, elimle ağzını kapatmış, 'Sakın cevap verme, geri aldım soruyu' demiştim. Çünkü birisine babası hakkında konuşma hakkını kendimde bulmuyordum. Seviyorum yine de, dese sorun olmazdı ama ya sevmiyorum derse, o sözün söyleniş şeklini, yıkıcı tarafını asla unutamayacağımı çok iyi biliyordum. Akrabalık, kan bağı olanlarla aramızın iyi olması çok şey ifade ediyordu. Ne olursa olsun, düğünlerde bayramlarda seyranlarda karşılaşılıyordu. Bıraksan bırakamıyor, atsan atamıyordun. Bunu çok iyi bildiğimden aile üyelerine karşı hep nazik olunması belki de en hassas noktaydı. Kim olursa olsun ailesi, kardeşleri ve yakınları ile olumsuz ve hüzün verici bir şeyler söylese belli etmesem de içimden üzülürdüm hep. Gönül bağı önemliydi. Birinin bizi sevmesi kadar güzel olan başka bir şey var mıydı? Bizi seven, bizi merak eden, nasılsın diyen birilerinin varlığı az şeyler değildi…


Kimi zaman, paranın gücünün insanları nasıl kötü yaptığını, toplumları nasıl da köleleştirdiğini görünce paranın yarattığı güçten nefret ederdim. Oysa dünya bizim değildi, bizim olmayan bir şeyi paylaşmanın verdiği acıydı sadece. Kötü olan her şey olmaz olsaydı. Kötü olan insana zarar veren her ne varsa yerin dibine batsındı. Yaşam dediğimiz bir yolculuktu. Ve sonsuz yola giden ne bir araba vardı, ne de bir bilet. Ve tüm biletlerin bir süresi vardı…


Ne kadar zordu bazı insanları olduğu gibi kabul edebilmek, olduğu gibi sevebilmek. Sevmek, aslında fedakar olabilmekti. Değiştirmeye kalkmak ya da değişmesini beklemek boşuna kurulan hayallerdi. Ne içimiz değişiyordu, ne davranışımız, ne beklentimiz, aslında hiç değişmeyen bir yapımız vardı.


Şimdi düşünüyorum da, hepimizin acı ve hüzünleriyle başa çıkması gereken, kendine göre bir dünyası vardı. Bazen güzel bir ortamda hiçbir kaygı duymadan yaşama fırsatını elde ediyor, bazen de zehirli bir içecek gibi her gün içmek zorunda kalıyorduk. Bazen de karşımızdakilere bilmeden iç dünyasını etkileyecek davranışlar gösterebiliyorduk. İçimizde korku varsa yaşantımız her gün biraz daha korkunun esiri olmaya başlıyordu. Duygusal açlığımızın yerini ise sadece sevgi doldurabiliyor, bunun yanında ne kadar pahalı, lüks hediyeler almış olsak da, annemizin o mis kokusunun yerine asla geçemiyordu.