0

“O da ne ki? Doğru düzgün bir kentleşme politikamız mı var ki birer ucubeyi andıran, İstanbul başta olmak üzere, huzurlu bir yaşamı sunma noktasında neredeyse tüm büyük şehirlerimizde, gelişmiş ülkelerin epey yol aldıkları, kentlerde profesyonel manada tarım yapılmasına sıra gelsin.” diyorsunuzdur şimdi sevgili okuyucular, yazının başlığını okuyunca.

Ama öyle demeyin bence.

Cebelleştiğimiz bütün sorunların giriftleşip kangrenleşerek daha da çözümsüz bir hale gelmesi hep bu, sorunları küçük görme ya da önümüzdeki başka sorun ya da sorunları bir şekilde bahane ederek onları erteleme alışkanlığımızdan olmuyor mu zaten!

Toplum olarak, 3-5 ciddi işi aynı anda, sistematik ve birbirleriyle uyumlu bir biçimde atacağımız senkronize adımlarla yürütmek mümkün değilmiş gibi...

Bırakın dünyadaki başka bir yerde hiç denenmemiş yeni bir projenin tatbikini ya da böyle bir fikrin uygulanmasını; yurt dışında pek çok yerde başlatılmış ve yıllarca tatbik edilmiş olan, başarısını ispatlamış yeni fikir ve uygulamalara karşı bile çoğu zaman tereddütlü yaklaşıldığını görüyoruz.

Her türlü yeniliğe karşı sergilenen bu tereddüt ve üşengeçlik hali yalnızca devlette ve kamu kurumlarında olsa; “kamudur, olur o kadar hantallık” der ve bir ölçüde anlayışla karşılardık ama inanın arkadaşlar; bu kötü huyun, yeniliklere son derece açık olması ve rekabetçi bir bakış açısıyla hareket etmeleri beklenen özel sektör firmaları, üniversiteler ve STK’lar dahil toplumun neredeyse tümünde hakim olduğunu söyleyebiliriz.

Ortaya atılan her yeni düşünce ve yöntemin üzerine atlanılarak bunların sorgusuz sualsiz bir biçimde benimsenmesi ve halihazırda izlenmekte olan usul ve yöntemlerin bir çırpıda terk edilerek yeni olana çarçabuk ayak uydurulması beklenmiyor bizden ancak; hiç olmazsa özel teşebbüsün, dünyanın neresinde keşfedilirse keşfedilsin, yeni bulunan ve gelecek vadeden, hele bazı ülkelerde kendini ispatlamış yeni teknik ve yöntemlerin bizde de tatbik edilmesi noktasında bir nebze olsun haris ve hatta kıskanç olmaları beklenir.

Ama nerdee?...

Tecrübelerime dayanarak söylüyorum arkadaşlar; politikacı olsun, bürokrat ya da iş adamı, hatta mühendis sınıfına mensup teknik adamlarla akademisyenler olsun..fark etmez; kendi alanlarıyla ilgili herhangi bir konuda yeni bir projeyle gidip söz konusu projenin uygulanabilirliği ya da uygulanmasın gerekliliği konusunda kendilerine dakikalarca bazen de saatlerce dil döktüğünüzde; çoğunlukla ya anlattıklarınızdan adeta hiçbir şey anlamamışçasına sizi ruhsuz bir biçimde dinledikten sonra konuyu değiştirme çabasına giriştiklerini veya söylediklerinizin doğru, tutarlı hatta yararlı olduğunu tasdik etmekle birlikte, uygulanmasının zor ya da imkansız olduğu konusunda sizi ikna etmeye gayret ettiklerini; söylediklerinizi anlayıp kısmen de olsa olumlu değerlendirenlerin ise, “fikrin güzel ve hoş da, dışarıda uygulaması var mı, dışarıda?” diye illaki bir şekilde sizi frenlemeye çalıştıklarını görürsünüz.

Toplumda ne yazık ki yeni fikirlerin uygulanmasına karşı nerdeyse herkes işin zor, riskli ve olumsuz olabilecek yönlerine dikkat çektiği halde; hiç kimse, yeni fikir olduğu için, zor ve riskli 

olacak tabi, söz konusu risk ve zorlukların, yeni fikrin sağlayacağı potansiyel verim artışı vb. büyük yararlarla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini düşünmüyor.

Neden bir türlü olması gerektiği hızda ve nitelikte kalkınamadığımız, gelişmiş ülkeler ligine hangi sebeple giremediğimiz, hala da her sene yüksek miktarlarda dış açık veren kırılgan yapıdaki ekonomimizin neden bir türlü, katma değeri yüksek mal ve hizmetleri üretilip ihraç edilmesi ve bu sayede iktisadi büyüme, istihdam artışı ve bu şekilde artan refahın tabana yayılarak her yönüyle gerçek bir iktisadi gelişmenin sağlanması suretiyle ekonominin çok daha sağlam temellere oturtulamadığı konusunda başlatılan kuru tartışmalarda mangalda kül bırakmıyoruz hiç birimiz oysaki. Ama sıra saydığımız bütün bu hedeflere ulaşılması için yapılması gereken, hiç de kolay olmadığını bizim de kabul ettiğimiz işlerden birinin ucundan tutmaya geldiği vakit kimseden çıt çıkmıyor. Herkes bir adım geride durarak “neme lazım” diyor ve inisiyatifin başkalarınca alınmasını bekliyor.

Yeni bir fikir yahut üretim tekniği cümle alem tarafından yüzlerce, binlerce kez tecrübe edilip uygulandıktan ve muhtemel tüm riskleri bertaraf edildikten sonra deneme kolaycılığına kaçıyoruz. Kalkınmak istediğimiz ve bunun için de katma değeri yüksek mal ve hizmetler üretip ihraç etmemiz lazım geldiğini gayet iyi biliyor ve bunun siyasi ve sosyal edebiyatını da gayet iyi icra ediyoruz maşallah. Ne var ki, bu cesaretsizliğimiz yüzünden gidip gelip, uzun zaman evvel keşfedilmiş ve elin oğlunun on yıllardan beridir uygulayarak, yeni olma noktasında suyunu çıkararak adeta amorti ettiği, ayağa düşmüş diyebileceğimiz teknolojiler etrafında dolanarak, tipik üçüncü dünya toplumu davranışı sergiliyoruz.

Yeniliklerden korkmamak lazım halbuki.

Bunun için de, bırakın, dünyadaki yeni uygulamalara çabuk adapte olup yenilik treninin ilk birkaç vagonunda koltuk bulabilmeyi; ülke ve toplum olarak hak ettiğimizi iddia ettiğimiz gelişmiş medeniyetler seviyesinin en ön sıralarına yükselmek ve bu idealin olmazsa olmaz şartlarından biri olan sağlam bir iktisadi kalkınma ve istikrarlı büyümenin temin edilebilmesi bakımından bazı alanlarda dünya çapında öncülük ederek bu konularda bir nevi lokomotif rolünü üstlenmemiz icap ediyor.

Hadi bu, bazı sektör ve alanlarda dünyada öncü rol üstlenme işi –bağışlayın ama- ‘cesaretsiz’ diyebileceğimiz bizim gibi bir toplum için şimdilik fantastik bir hayal gibi dursa bile; en azından, şu, kalkan yenilik trenlerinin bir ya da bir kaçının ilk bir iki vagonunda olsun yer ayırtabilme becerisini bile gösterebilsek o da yeter.

Ne gibi mesela?

Dünyada başını bu şekilde biz çekseydik ne iyi olurdu diyebileceğimiz, halen yeni sayılabilecek farklı sahalardaki sayısız teknoloji ve uygulama alanı var.

Ama yazıyı kaleme almak üzere kalemi elime almadan hemen önce LinkedIn’de okumuş olduğum ve bu satırları yazma konusunda bana bir nevi ilham veren, Yalın Enstitü’den Dr.Ayperi OKUR’a ait bir yazıda ele alınan kentsel ticari tarım işinde neden yokuz mesela?

Tarımsal üretimimizin hemen her alanda gerilediğini, çiftçi ve köylümüzün can çekiştiğini, eskinin, tarım ürünleri yönünden kendi kendine yeten sayılı ülkelerinden biri olmaktan olmayacak pek çok ürün grubunu ithal etme noktasına geldiğimizi… yok efenim; ‘dış güçlerin’ ziraatimizi planlı bir biçimde bitirime noktasına getirdiklerinden ithal etmeye başladığımız hibrit tohumların ata yadigarı geleneksel tohum kültürümüzün kökünü kuruttuğu gibi farklı siyasal ve ideolojik kulvarlarda start alan ve fakat her ne hikmetse hepsi de aynı faydasız ve semeresiz finişle noktalanan beyhude tartışmalara bayılırız da; elin oğlu bu işleri nasıl beceriyor diye bir gün de şöyle iki dakika ciddi ciddi düşünmeyi akıl edemiyoruz.

**

Ne yapılmış mesela sevgili okuyucular, bu kentsel ticari tarım işinde bugüne kadar…

Kentsel tarımın en iyi örneklerinden bazılarının tatbik edildiği, çok yoğun yerleşime sahip ve geleneksel tarım toprağı olmayan ve bu nedenle daha evvel ihtiyaç duyduğu tavuk, domuz eti, balık, yumurta, pirinç ve sebzeler gibi besin maddelerinin %90’ını ithal etmekte olan Singapur’da10 yıl önce, halihazırda dünyanın en büyük aeroponik kentsel tarım alanlarından biri olan bir tesisin kurulmasının ardından; sözünü ettiğimizi ürünlerin ithalatının önemli ölçüde kesildiğini ve bu şekilde maliyetlerden küçümsenmeyecek oranda bir tasarrufun sağlandığını öğreniyoruz.

Yine Londra’da, bu sefer bir başka sistem olan aquaponik tekniğiyle çalışan kentsel tarım alanlarının işletildiğini ve Farm Cafe adı altında faaliyet göstermeye başlayan bu tesisin kıvırcık salata ve diğer sebzeler yetiştirildiğini görüyoruz. Başak bir örnek İsviçre’den. Burada da Urban Farmers adlı şirketin ilk çatı üstü tarım alanını Basel kentinde kurmuş olduğunu sözünü ettiğimiz, Dr.Ayperi OKUR’un okunmasını tavsiye ettiğim makalesinde belirtiliyor.

Dr. OKUR’un yazısından bir pasaj daha, aynen aktarıyorum: Kentsel tarımın en önemli özelliklerinden biri yılda 365 gün ürün veriyor olmasıdır. Aşağıda ele alacağımız teknikler ve tarım ürünlerinin yetiştiği ortamların devamlı verim sağlayacak şekilde kontrol altında tutulmaları, böylesi bir sonuç sağlamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, “hidroponik” bir sistemde 0.09 metrekarelik bir alanda yılda 64 kıvırcık salata yetiştirebilirken geleneksel kırsal tarımda bu sayı sadece 3 adettir. Kentsel tarımda ürünler geleneksel tarıma göre %20 daha hızlı büyümektedir. Çok katlı girişimlerde geleneksel tarımın sadece %10’u kadar su kullanılmaktadır.”

Yazıda işin nasıl yapıldığına dair teknik başka açıklamalar da mevcut. Merak edenler http://www.lean.org.tr/gelecek-ticari-kentsel-tarimda-mi/ linkinden açıp okuyabilirler. Tavsiye derim.

**

Ama ne yapayım, huyum kurusun; elime kalem geçince dayanamıyorum ve bahsedeceğim esas meseleye gelene kadar, konuya ilişkin pek çok hususa özetçe de olsa girizgâh mahiyetinde değinme ihtiyacı hissediyorum.

Bu sefer de böyle oldu yine biraz.

Görüşmek dileğiyle