1980'lerin başında İngiltere'de Thatcher, ABD'de Reagan iktidar oldu ve liberal politikalar dünya çapında güçlendi. Bu akım, piyasalarda 'esneklik' ve 'güvencesiz istihdam' olarak karşılık buldu. Ucuz iş gücü, maliyetlerin azaltılması ve işveren yükümlülüklerinin en aza indirgenmesiyle güvencesiz personel çalıştırma yöntemi tüm dünyada benimsendi.
Türkiye'de de liberal politikalar hızla uygulanmaya başlandı. Kamuda özelleştirmeler, kamunun küçültülmesi politikası istihdam alanına ucuz maliyetle taşeron personel çalıştırma olarak yansıdı. Özellikle karayolu, köy hizmetleri, devlet su işlerinde, hastanelerde, üniversitelerde, belediyelerde yoğun bir biçimde taşeron işçi çalıştırılan kurumlar oldu. Amaç kamu kurumlarında bir gider kalemi olarak görülen personel maliyetlerinin düşürülmesiydi. Kamu kurumları ihaleye çıktı ve taşeron firmalardan hizmet satın alma yoluyla bu kurumlarda temizlik, güvenlik, yemek ve yardımcı hizmetlerde taşeron işçiler çalıştırıldı.
Ancak taşeronluk güvencesizlik demekti, sendikasız çalıştırılma demekti, emek sömürüsü demekti. Bu emek sömürüsüne taşeron işçiler seslerini yükselttiler ve 2017 yılında referandum öncesi bir OHAL Kararnamesi çıkarıldı: 696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname. Bu mevzuat ile işçilerden büyük bir kısmı iki farklı istihdam biçimlerine geçirildi. Ya sürekli işçi kadrosunda çalışmaya başladılar ya da yerel yönetim şirketlerinde işçi oldular.
Türkiye'de yerel yönetim şirketlerinde çalışan şirket işçilerinin sayısı 2023 Eylül verilerine göre 651.264'dir. Yalnız belediyelerde çalışan sürekli işçi sayısı ise 607.999'dur. Bu durumda yerel yönetimlerde çoğunluk belediye şirketi işçilerinde. Ancak belediye şirketlerine büyük hayallerle geçen bu işçilerin hiçbir talebi karşılanmadı. Gelecekleri yeni belediye başkanının iki dudağı arasına bırakıldı. Güvencesiz ve kadrosuz olarak çalıştırılma bu işçilerin aileleri ile birlikte psikolojilerini kötü etkiledi. Sosyal hakları çok zayıf bırakıldı. Kadrolu çalışanlarla aynı işi yaptıkları halde aynı ücreti alamadılar. Örneğin bir çöp kamyonunun solunda duran belediye şirket işçisiyle, aynı kamyonun sağında duran norm kadrolu işçinin arasında çok fark oldu. Sağdaki ilave tediye alırken, soldaki alamadı. Aynı işi yapıp, aynı çöpü topladıkları halde... Yine sendikalarla çalışıp çalışmama yetkisi belediye başkanının isteğine tabi kılındı. Belediye başkanı dilerse ücret konusunda sendikalarla pazarlık masasına oturuyor, istemezse oturmuyor.
Şimdi yerel yönetim seçimi öncesinde yeniden seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Çünkü Türkiye'de seçim dönemleri öncesi emekçilerin hakkını alabilmesi için bir fırsat. Ne yazık ki kamuda bir insan gücü planlaması olmadığından, kadrolar oy devşirme yöntemi olarak kullanılıyor. Emekçiler de seçim öncesi hakları olan kadroyu talep ediyorlar, aynı işi yaptıkları kadrolu çalışanlarla aynı haklara sahip olmak istiyorlar. Çünkü biliyorlar ki şu an hakları olan kadroyu alamazlarsa, seçim sonrası hiç alamayacaklar… Ancak bu emekçilerin sorunlarını yeterince bilinmiyor, dillendirilmiyor, tartışılmıyor. Oysa ki devletlerin üzerinde yükseldiği en temel ilke adalettir. Çalışanlar arası adalet sağlanmazsa emekçinin devlete olan güveni sarsıntıya uğrar. Kamu hizmeti süreklilik ve kişisel motivasyonla yapılması gereken bir hizmettir. Adalet ve güvenden uzaklaşmak ise kamuda çöküşü getirir.
Sonuç olarak çalışanlar arası adaletin sağlanması ve emekçinin motivasyonun arttırılıp, aileleriyle birlikte insan onuruna yakışır bir ücrete ve çalışma şartlarına kavuşmaları için mevcut hükümet tarafından kadrosuz çalıştırılan işçilerin kadroları bir an önce verilmelidir. Aksi takdirde kamuda insan gücü içeriden çürümeye ve çözülmeye mahkumdur!