Unutulmuş bir dünya düşünün. Sadece sizin kapılarını açıp içerisine girebildiğiniz... Kurumuş ağaç yapraklarından çit oluşturmuş ağaç gövdeleri, güneşin feri sönmüş ve batmış ay çiçekleri. Bulutlar yeryüzüne düşmüş ve iç gıdıklayıcı melodilerin sesi tamamıyla kesilmiş. Dünyadaki tüm oksijen çekilmiş kainattaki tüm yıldızlar yerlere dökülmüş. Her adımım da ayaklarıma batıp canımı yakıyorlar. İçimdeki ütopya, gerçek dünyama her gidişimde depreme uğrar gibi sarsılıyor. Beni oraya çekmek istercesine...
İçimdeki unutulmuş dünyaya daha önce kimse ne ayak basmış ne adını ağzına almış. İçimde kuruyup gidiyor. Dahası o kadar kurak ve o kadar verimsiz bir ütopya ki... Ne ünlü yazarların yeşillikler içerisindeki ütopyalarına benziyor, ne de masallardaki ışıltılı yerlere. Biraz yağmur yağsa belki düzelecek. Belki çiçekler tekrar açacak. Gökyüzü soluk gri rengini terk edip maviliğini yeniden kazanacak. İçimdeki ütopyamdan çıktığım an normal olmayan şeyler seziyorum. İçimdeki boşluk sürekli beni oraya çekiyor. Tek başıma sürdürdüğüm bu yolculukta kendimi kontrol etmekte zorlanıyorum. Tek kalmak insanı şairleştirir derler. Peki bu ne kadar doğru? Solmuş bir ütopyada yaşamak ne denli iç acıtıcı bunu hiç düşündünüz mü? Biliyor musunuz, toprağa her adımım da solmuş yaprakların ayaklarımın altındaki çıtırtısının beni ne denli korkuttuğunu? Yıldızları yerlerde görmeye dayanamadığımı? Soluk tenimle bir iblis gibi dolanıp durduğumu? Bilemezsiniz öyle ya. Nereden bileceksiniz...