Türkülerimizdeki Türkçe'nin sesi yüzyıllardır tazeliğini, canlılığını ilk günkü gibi korumaktadır. Şüphesiz bu geleneği günümüze kadar koruyan ve taşıyan ozanlık geleneğimiz ve usta- çırak öğretisidir. Türkülerimiz yüzyılların ötesinden gelen sesimizdir, musikimizdir, geleneğimizdir. Bu kültür birikimi Türk Dili'nin asıl yapı taşlarıdır. Bu yüzden Türkçeyi bütün canlılığıyla yaşatan Türkülerimiz korunmalıdır, kollanmalıdır; adeta bir sanat müzesinde saklanır gibi özen gösterilmelidir.

11. Yüzyıl öncesinin Türk kültürüne ait koşukları, atasözleri, deyimleri bünyesinde toplayan Divanü Lugati't-Türk eseri, Türkçemiz için de Türkülerimiz için çok önemli bir kaynaktır hepimizin bildiği gibi. Ne yazık ki eser yazıldıktan bir süre sonra kaybolmuştu. Kim bilir hangi kütüphanenin hangi tozlu rafında asırlarca kalmış, bilemiyoruz. Nihayetinde yazıldıktan sonra, yüzyıllar boyunca bulunamayan bu eser, 20. yüzyıl başlarında bir rastlantı sonucunda ele geçirildi.[1] Belki de bu eser olmasaydı bu günkü sağlam, güzel, ahenkli Türkçemiz olmayabilirdi diyebiliriz. Bu doğrudur; ama bu gün 'Türkçeyi asıl ayakta tutan asırlardan beri yaşattığımız Türkülerimizdir,' demek daha doğrudur. Çünkü türküler hiçbir yasak, kural, baskı tanımadan sınırları aşar; kulaktan kulağa, gönülden gönüle yayılmaya devam eder. Bu başeser bulunmasaydı bile, yazarı Kaşgarlı Mahmut tarafından toplanan koşuk örnekleri zaten ozanların dilinde, dombra Türk sazı eşliğinde dilden dile, kulaktan kulağa aktarılıyordu. Çin'den Amerika'ya kadar Türklerin bulunduğu her yerde ve her asırda Türkülerin yaşaması, aslında Türkçenin yaşaması anlamına gelmektedir. Şüphesiz ki eser tartışılmayacak kadar önemli ve kalıcı bir belgedir. Ancak dili asıl yaşatan, kuşaktan kuşağa geçmesini sağlayan Türkülerimizdir. Bu yüzdendir ki Türkçenin arı, duru söz ve ses zenginliği, Türkülerimizle günümüze kadar ulaşmıştır.

Bu gün biz, Türkçenin en canlı en diri örneklerini Türkülerimizde buluyoruz. Türküler bir yandan dilimizin ses kaynağı olurken diğer taraftan dertlerin, sevinçlerin, toplumsal sorunların ve çözüm yollarının da kaynağı oluyor. Dede Korkut gibi Halk Filozofları olan ozanlarımız, yaşadığı dönemin sosyolojik ve ruhsal yapısını Türklere taşımışlardır. Yaşadıkları deneyimlerle halka yol göstermişler, ufuklar açmışlardır. Dillerinde Türkçe yaşarken gönüllerinde de halkın sevgisi, ayrılığı, hüznü dile gelmiştir. Bu gelenek hiç kopmadan, eksilmeden bu güne kadar taşınmıştır. Aslında taşınan Türkçe sözcüklerdir, deyimlerdir, atasözleridir. 13. Yüzyılın Türkçe sevdalısı Yunus Emre'nin dilden dile dolaşan şiirleri:

'Yalancı dünyaya konup göçenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Üzerinde türlü otlar bitenler

Ne söylerler ne bir haber verirler

Kiminin başında biter ağaçlar

Kiminin başında sararır otlar

Kimi masum kimi güzel yiğitler

Ne söylerler ne bir haber verirler' deyişini…

15. Yüzyılın en duru Türkçesini kullanan Nesimî,'nin feryadı olan:

'Nesimî'ye sordular ki

Yarin ile hoş musun

Hoş olayım olmayayım

O yar benim kime ne' sitemini…

15. Yüzyılın söz ve anlam ustası Pir Sultan Abdal'ın gür sesli:

'Sen bir yanıl alma olsan
Dalımda bitmeye gelsen
Ben bir gümüş çövmen olsam
Çeksem indirsem ne dersin'
bilge tavrını…

16. Yüzyılın fotoğrafını, kullandığı Türkçesiyle en güzel yansıtan Kul Himmet'in:

'Bilmem amelimden yoksa özümden

Ah ettikçe kan yaş gelir gözümden

İki elim kalkmaz oldu dizimden

Bir dost bulamadım gün akşam oldu' şikayet türkülerini ve daha binlerce Türkçenin en yalın örneklerini hep Türkülerimizde buluyoruz.

Günümüzde ise, Türkçemizi 19.Yüzyıla kadar Türkülerde yaşatan Erzurumlu Emrah bayrağı Veysel'e bırakıyor. Veysel, Türkçe sözcüklerle adeta oynar gibi Türkçemizi, Anadolu'nun bozkırından; bozkırın soğuk pınarlarından kana kana içtiğimiz su gibi sazıyla sözüyle yüreğimize düğümlüyor.

Türkülerimiz hem yaşıyor hem de Türkçemizi yaşatıyor.

Türkünün özünde kulak ve ses vardır, musiki ve ritim vardır. Ses, musiki, ritim yüreklerde kalıcıdır. Yüreklerde nakıştır. Yürekten yüreğe taşınır gider. Türkü, Türk Halk kültüründe sofrada azık, harmanda başak, parmakta yüzük, kulakta küpedir. Türkü, yemeğin tadı, tuzu, biberidir. Türkü, ailede evlattır. Türkü, kilimde düğümdür. Türkü, yüzükte taştır. Türkü yazılmaz, yakılır. Türkü okunmaz, çığrılır. Türkü, ozanın dilinden çıkınca Türkü olmaz; halkın süzgecinden, belleğinden, yüreğinden geçtikten sonra dinlenir, kıvamını bulur sonra türkü olur.

Bir Dil Bilimci, başka kaynağa bakmasa, sadece Türküleri incelese, o Türkülerde, Türkçenin bütün fiillerini, bütün sözcük türlerini, bütün sözcük köklerini, bütün eklerini rahatlıkla bulabilir. Bilim insanlarımız o Türkülerde, Türkçenin gerçek zenginliği olan bütün deyimlerini, atasözlerini; Türkçenin tümce yapısını çıkarabilir. Daha da önemlisi sözcüğün kök yapısına dahi ulaşabilir.

Bütün milletler kendi Halk Kültürleriyle ayakta durur. Milli kültürdür milletleri farklı kılan. Çin'den Hint'e, İspanya halk kültüründen Meksika halk kültürüne kadar her ulusun Türküleri, o ulusun dilinin de zenginlik kaynağıdır. Halk Türkülerine sahip çıkan ulusların dilleri canlı, güçlü, zengin dillerdir. Tanınmış ve öğrenilmek istenen diller olmuşlardır.

Türkülerimize sahip çıkarsak Türkçeye sahip çıkmış oluruz; Türkçeye sahip çıkarsak Türkülerimize sahip çıkmış oluruz.

Türküler yok olursa Türkçe de yok olur!

---------------------

[1] Divanü Lugati't-Türk'ün bulunuşunu bir başka yazımda dile getireceğim.