Türk Edebiyatçıları, yakın tarih diye bilinen I.Dünya Savaşı içinde geçen savaşları, olayları, hatıraları zaman zaman yazdıkları roman, öykü, tiyatro, ve manzumeleriyle anlatmışlar, dile getirmişler; film şirketleri de aynı dönemi, yazılan film senaryoları ile beyaz perdeye taşımışlardır. Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'dan uyarladığı 'Ateşten Gömlek' ve 'Vurun Kahpeye' adlı filmleriyle, 'Bir Millet Uyanıyor' filmi; Ziya Öztan'ın Turgut Özakman'ın 'Cumhuriyet' eserinden hareketle 'Kurtuluş' filmi; tiyatro oyunu olarak Erol Toy'un 'Parti Pehlivanı', İsmet Küntay'ın 'Tozlu Çizmeler'i, Ergin Orbey'in 'Birinci Kurtuluştan'ı, Erol Toy'un 'İpteki'ni, Lale Oraloğlu'nun 'Yıl 1921'i ve Fazıl Hayati Çorbacıoğlu'nun 'Erkek Satı'sını; ayrıca Çanakkale Savaşları'nı konu alan Tolga Örnek'in 'Gelibolu' ve yabancılardan Russell Crowe'nin 'Son Umut' filmi ile Sarıkamış savaşını konu alan Özhan Eren'in '120' adlı filmleri yüz yıl içinde seyrettiğimiz, etkisinde kaldığımız eserlerdendir. Bu eserler I.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşını konu alan binlerce hatıralardan sadece birkaçının okuyucu ve seyirciyle buluştuğu önemli çalışmalardır. Elbette ki azdır, yetersizdir; atalarımızın çektikleri sıkıntıları, yerli ve yabancı hain ellerin bu toprakların namusu üzerinde sergiledikleri oyunları anlatan az sayıda eserlerdir; ama etkilidir, önemlidir. Mutlaka daha yüzlerce eser, film hayata geçirilebilir. Hatta daha kaleme alınmamış ya da senaryosu yazılmamış ve tarihimizde ilginç olayların yaşandığı ve hatta dünyada eşine daha rastlanılmayan olayların yaşandığı onlarca konu, olay, milli kahramanımızın hayat hikayeleri araştırmacıların ilgisini beklemektedir.
Araştırmacılar tarihimizin okunmamış daha nice sayfalarını inceleyip, yazsalar da bu sayfaların filmleri yapılsa da yine yetmeyecektir. Yetmeyecektir; çünkü yazılan bu eserler, çekilen bu filmler eğer kendi sınırlarımız içinde kalıyor, dünyaya duyurulmuyorsa harcanan emek de masraf da hedefine tam ulaşmıyor demektir.
Oysa Türk okuru ve seyircisi Amerika, İngiliz, Çin, Fransa film şirketlerinin ve yazarlarının kendi ülke tarihleriyle ilgili çektiği filmleri ve yazdıkları romanları defalarca seyretmiş/seyrettirilmiş, okumuş adeta ezberlemiştir. Bu iddiaların en büyük kanıtı, bu satırların yazarı çocukluğunda, Amerika'nın Kuzey-Güney adıyla bilinen savaşlarını, beyaz-yerli/Kızılderili çizgi romanlarını ezberlercesine okumuş, okumasına göz yumulmuş adeta özendirilmiştir. Bizim kuşaklara yönelik olsun şu anda yetişen çocuklarımıza yönelik olsun, halen daha kendi tarihimiz dışındaki -birkaç tane ciddi olarak yapılan tarihi film çalışması hariç- bütün tarihleri sinema filmi olarak, TV dizisi olarak ve çocuklara yönelik yapılan görsel sanatlara dayalı her türlü iletişim tekniği kullanılarak çekilen çizgi filmleri evlerde, okullarda, sinemalarda seyrettirme gayretindeyiz.
Bizim tarih bilincimiz maalesef yok edilmiştir.
Bizim tarih bilincimiz maalesef yabancılar eser ürettikten sonra görüp taklidini veya benzerini yapmamız anlamındadır.
Bizim tarih bilincimiz maalesef birkaç tane övündüğümüz olayı ve birkaç kişiyi derinlemesine araştırmadan anlatmaktan ibarettir.
Namusa el uzatıldığı, bayrağımızın yakıldığı, vatanımızın zalimce işgal edildiği yakın tarihimizin her günü, unutulmamalıdır ki, bütün dünyaya örnek olabilecek eşine benzerine az rastlanır hem kahramanlık olayları hem de tüm insanlığın utanacağı hazin hikayelerle ve derslerle doludur.
Çanakkale Savaşı, katılan tüm ülkelerin onurlarıyla savaştığı, savaşların kuralları gereği birbirlerini yok etmeye çalıştığı, zaman zaman hileye başvurulduğu, yenilen tarafların yenilgiyi kabullenip, göz yaşı içerisinde geldikleri gibi gittikleri bir savaş olmuştur. Çanakkale Savaşı, sonrasında galip gelen için de yenilen için de destanların yazıldığı insani, tarihi, askeri, ekonomik kayıpların çok fazla olduğu savaşlardan biridir; ve Çanakkale Savaşı'nda yine dünyada eşine benzerine rastlanılmayan, galip ülkenin bir komutanı olarak Albay Mustafa Kemal'in mağlup olmuş ülke askerleri için söylediği şu eşsiz satırlarla yine dünyadaki en vakur savaşlardan biri olmuştur:
'Bu Memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yan yana koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.'
Bu ne asil düşüncedir! Bu ne asil bir hayat anlayışıdır!
Türk ordusu ve komutanları tarih boyunca girdikleri her savaşta bu anlayışta olmuştur. Karşısındaki orduyu yense de yenilse de zulüm yapmamıştır, onuruna leke düşürecek bir harekette bulunmamıştır. Türk ordusunu dimdik ayakta tutan irade de işte bu irade olmuştur.
Yakın tarihimizin yine en kanlı, en acımasız fakat hiç bilinmeyen, bir veya iki eser haricinde hiç kaleme alınmamış, hatta tek bir filmle dahi olsa anlatılmamış savaşlarından biri de Kafkas cephesi savaşlarıdır. Çarlık Rusyası ile Osmanlılar arasında meydana gelen ve ta 1828, 1856, 1877-1878 (93 Harbi) yıllarında işgal edilen ve I.Dünya Savaşı sonrası başlayan 16 Şubat 1916'da Erzurum'un işgaliyle sona eren, arkasından 'Mondros Ateşkes Anlaşması' ile devam eden kanlı, acımasız bir süreçtir.
Yukarıda tarihleri verilen 1828 işgali ve 1856 Kırım Savaşı haricindeki diğer iki büyük Rus işgali, yani 93 Harbi ve Erzurumluların Rus ve Ermeni çetelerine karşı verdiği amansız mücadelenin geçtiği yerler, Erzurum Kalesi'nin güneyindeki Palandöken dağları ve eteklerinde yer alan Top dağı ki bu dağın devamı tarihin altın sayfalarına 'Aziziye Savunmaları' diye geçen muharebelerin yapıldığı yerlerdir.
Bu bölgelerde dünya tarihini etkileyecek savaşların, savunmaların yapılmasına rağmen; Türk Milletinin yaşama hakkının elinden alınmasına, Türklerin soyunun kurutulması için yapılan bunca katliamlara rağmen bizler, vatanımıza, namusumuza, bayrağımıza, dinimize ve insanlığımıza yapılan bu rezil saldırıları dünyaya duyurmamışız. Bu bir kabahattir, bu bir aymazlıktır ve bu kabahat ve aymazlık hepimizin hatasıdır, suçudur. Elbette ki tarihin bu karanlık sayfalarının dünyaya duyurulmasını Alman, İngiliz, Amerikan yazar ve filmcilerinden bekleyemeyiz. Bu olayları bizler anlatmalıydık, bizler filme çekmeliydik; ama yapmadık, yapamadık. Oysa I. Ve II. Dünya Savaşlarının neredeyse her safhasını Alman, İngiliz, Fransız yazar ve filmciler bütün dünyaya anlattılar, bizlere o günleri tekrar tekrar yaşattılar. Nazi Almanyasının Yahudilere yaptıkları soykırım, onlarca romanla, filmle anlatıldı. Bu ülkelerin yazarları ve filmcileri halen daha atalarının yaşadıkları zaferleri ve mağlubiyetleri anlatıyorlar. Bu onların tabii haklarıdır. Bütün mesele biz niye anlatamıyoruz, biz niçin atalarımıza yapılan bunca haksızlığı dünyaya duyuramıyoruz? Türk Milletinin dünyaca ünlü yazarları, filmcileri, sanatçıları varken biz neden tarihimizi anlatamıyoruz?
Pek fazla uzağa gitmeye gerek yok: Rus ve Ermeni ortaklığının neden olduğu katliamlardan, soykırımlardan biri Azerbaycan Hocalı ve Karabağ'da yaşandı, bir diğeri de Türkiye'nin serhat şehri Erzurum Kalesinde ve Yanık Dere denilen bölgesinde yaşandı, demiştik. Oysa işin ilginç tarafı, bu aynı millete mensup insanlardan her biri, övünerek söyleyebiliriz, şair ya da yazar olmalarına rağmen, her evde bir şairin bir yazarın çıkmasına rağmen, yakın tarihimizde yaşanan bu olayları kaleme almamışlardır. Üzülerek belirtmek istiyorum ki bu şairlerimiz de yazarlarımız da hep kendi çevrelerinde saklanıp kalmışlardır. Dışarıya açılamamışlar, şehirlerinin dışına dahi isimlerini veya eserlerini çıkaramamışlardır. Üstelik ele aldıkları konular ve temalar ne 93 Harbi ile ilgilidir ne de 1915 olayları ile... Çokluk 'Aşk, Dini' veya kişisel konulardır.
Bu arada yeri gelmişken yazmakta fayda var: Erzurum'un 1915 yılında Ruslar ve Ermeni çeteciler tarafından işgalini anlatan en etkili hatıralardan biri, 1918 yıllarında Polis Müdürlüğüne getirilen Kantarcızade Hacı Mustafa'nın kaleme aldığı, olayları bütün çıplaklığıyla dile getirdiği ve Yrd. Doç. Dr. Yavuz ASLAN tarafından araştırma sonucunda bulunan, 'Erzurum'da Ermeni Mezalimi Hakkında Kantarcızade Hacı Mustafa'nın Hatıraları' adlı çalışmadır. Bir diğeri de hepimizin bildiği Kazım Karabekir Paşa'nın kaleme aldığı '1917-1920 Arasında Erzincan'dan Erivan'a Ermeni Katliamları' adlı eserdir. Ayrıca 'Erzurumlu Mezararkalı Mevlüt Ağanın Deve Masalı' da yine o bölgenin insanı tarafından anlatılan ve yazılan nadir hatıralardan biridir.[1] Bu hatıralar ve bu hatıralar gibi hafızalara yerleşmiş işgal yıllarına ait yüzlerce hatıra, bu bölgenin yazarları tarafından anlatılmayı, filmleştirilmeyi, sahnelenmeyi bekliyor. Hocalı veya Karabağ yahut Yanık Dere katliamlarını dünyaya duyuracak bırakınız bir filmi, bir öykü bir roman dahi maalesef yazamamışız. Yine '93 Harbi'ni konu alan, arkadaşım Talat Uzunyaylalı'nın yazdığı 'Paylaşılmayan Topraklar' ve Eşref Özoltulular'ın kaleme aldığı 'Soğuk Cennetin Çocukları' adlı eserler ise maalesef hem yazarları tarafından hem de yayınevleri tarafından istenildiği gibi tanıtılmamıştır. Ne yazık ki bu binbir zahmetle yazılan eserler, olayların geçtiği yerin insanları tarafından bile okunmamıştır. Bunu ben rahatlıkla iddia edebiliyorum; çünkü bundan altı yıl önce Rus ve Ermenilerin Erzurum'da yaptıkları katliamları romanlaştırmak için araştırmaya başlarken, yukarıda adlarını andığım eserlerden başka eser bulamamıştım.
Şurası unutulmasın ki ben bilimsel eserlerden bahsetmiyorum; çünkü bu konuda Türk üniversitelerinin, Türk bilim adamlarının, Türk hariciyeci ve araştırmacılarının yaptıkları çalışmalar dünya çapındadır; ve bu eserleri geçebilecek başka çalışmalar daha henüz yazılmamıştır. Türk bilim adamları yabancı bilim adamları ve tarihçileri ile birlikte yapılabilecek her türlü çalışmayı gerek yazılı basın olarak ve gerekse paneller, sempozyumlarla bütün dünyaya duyurmuşlardır. Benim çalışmalarıma kaynak olarak da çoklukla bu çalışmalar temel olmuştur.
Buna karşılık Ermeni yazarlar tarafından yazılmış olup da satışa sunulan onlarca eserle karşılaştım. Bunların çoğunu okudum, inceledim. Bu kitapların içeriğinin tartışılması başka bir yazı konusu; sadece okuduğum bir kaçını anmak istiyorum. Hıraç Norşen'in 'Çileli Agavni' eseri, Fethiye Çetin'in 'Anneannem' ve Ermeni bir vatandaşın hayatının anlatıldığı ve gazeteci Faruk Bildirici'nin yayına hazırladığı 'Sarkis Bu Toprakları Sevmişti' adlı eserlerdir bunlar. Adlarını andığım bu eserler ve diğerleri, çok ilginçtir, nasıl oluyorsa dünyanın hemen hemen her diline çevrilebilmiş ve büyük okuyucu kitlelerine sahip olabilmişlerdir.
Kendi milli davalarına sahip çıkan bütün ülkeleri kutlamak gerekir.
Uzun yıllar yaptığım çalışmaların sonucunda yüz yıllık dönem içerisinde yazılmış tek belgesel roman olarak ortaya çıkan 'Yanık Dere -1915- Erzurum' adlı eseri, bütün dünyaya duyurmak için elimizden gelen bütün gayreti seferber ettik. Zorla da olsa ikinci baskıyı yaptık. Romanla ilgili çeşitli yerlerde konferanslar verdik. Sempozyumlara katıldık. Televizyon ve yazılı basında hem romanı hem de Türklerin haklı davasını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık. Romanda geçen olaylardan sadece bir tanesini tiyatro oyunu haline getirdik. 'Buzdan Adamlar' adını verdiğim bu oyun Devlet Tiyatroları repertuarına girdi. Bütün bunların yanında Erzurum'da Yanık Dere dediğimiz katliamların yaşandığı bölgeye bir 'Şehitlik Anıtı' yapılması için proje başlattık. Devlet ve yerel yöneticilere sunduk. İlgiyle karşılandı. Umudumuz bu şehitliğin bir an evvel hayata geçirilmesidir.
Bu bir milli davadır, millet olarak uluslar arası boyut kazanan bu davaya sahip çıkılmalıdır.
Aradan yüz sene geçmesine rağmen biz ne '93 Harbini' ve ne de Rusların 1915 olaylarında Erzurum'u işgalini, yani ne Aziziye Savunmasını ne Yanık Dere'yi ya da diğer bir deyişle 'Top Dağı Savaşları'nı ne Türk insanına ne de dünya insanına duyurabilmişiz. Niçin, biz, kendi tarihimizden aldığımız bu konuları, dünya çapında filmlerden 'Cesur Yürek' gibi, bir 'Gladyatör' gibi, 'Yüzüklerin Efendisi' gibi filmler yaparak dünya seyircisine sunamıyoruz? Sorun budur. Sorun bellidir. Sorunu belli olan bir memleket meselesini çözmek çok kolaydır. Bu konu ameliyat masasına derhal yatırılmalıdır. Konuya ilgi duyan film yönetmenleri, yazarlar, senaristler, müzisyenler, film şirketleri el ele, omuz omuza vererek cesaretle adım atmalıdır.
Büyük bir mutlulukla belirtebilirim ki Türk tarihine damgasını vurmuş hem cesaretin hem de kat kat üstün düşmanlarına karşı yenilmezliğin, vatan savunmasının örneğinin verildiği Çanakkale Savaşı'na hak ettiği değer verilmiş, en azından şehitlerimize olan borç yerine getirilmiştir; keza yüz yıl sonra gecikmeli de olsa Sarıkamış harekatı hatırlanmış ve yine şehitlerimize karşı borcumuz bir nebze de olsa ödenmeye çalışılmıştır. Şu anda halkın katılımı ile Sarıkamış harekatının ve Aziziye Savunması'nın yıl dönümlerinde on binlerce insan şehirden Top dağına kadar yürüyerek aynı heyecanı, aynı acıyı yaşamaya başlamıştır. Bu sivil toplum hareketinin devamı olarak Yanık Dere olayının da Türk ve dünya gündemine oturtulması ve gereken önemin verilmesi mecburidir. Şehitlerimize olan vefa borcumuz bunu gerektirmektedir.
Top dağında yaşananlar Türk tarihinin özetidir; Yanık Dere'de olanlar ise Erzurumlunun hafızasıdır. Ne Top dağını unutabilirsiniz ne de Yanık Dere'yi yok sayabilirsiniz. Bu bölgede yaşananları uzun uzun kaleme almaya gerek yok. Erzurum'daki Rus Yarbayı Twerdo Khelebof'un anılarında ifade ettiği sadece bir cümleyi buraya almakla yetineceğim. Erzurum'un Türk Ordusu tarafından tekrar geri alındığı 11-12 Mart 1918 gecesinde 3 bin Türkün öldürüldüğünü şöyle anlatır Khelebof: 'Demiryolu istasyonunda sanki bir mezarlık ölülerini dışarıya çıkarmıştı. Cenazeler arasından geçerek feci duruma gözlerimizle şahit olduk!'
Bu hunharca şehit edilen çocuk, kadın, genç kız ve yaşlı erkeklerin asker çocukları Osmanlı'nın savaştığı cephelere koşmuş, Osmanlıyı yok etmek isteyen güçlere karşı amansız bir direniş göstermiş ve maalesef evlerine bir daha dönememişti. Savaşan bu Türklerin namuslarını ise, bu güne kadar hiçbir orduyla yüz yüze savaşmamış, sadece çete kurarak kalleşçe kadına, çocuğa ve yaşlıya saldırmış Ermeni çeteleri kirletmiştir. Toplum hafızasına kazınmış hadiselerden biri de budur.
Yanık Dere'ye gereken önem verilmezse, adına yakışır bir 'Şehitlik Anıtı' yapılmazsa; filmlerle, tiyatrolarla, romanlarla anlatılmazsa yıllarca emekle, kanla, gözyaşıyla biriktirilen hafıza yavaş yavaş silinir, yok olur. Hafızasız bir insanın, fikri ve tarihi derinliği olmayan insan ve toplumların yok edilmesi bir toz zerresinin, bir saman çöpünün yok edilmesi kadar kolaydır.
Okumayan, araştırmayan insan ve toplumlar da toz zerresi ve saman çöpleri gibidir.
[1] Bu eserlerin haricinde Türkiye çapında eser var da benim dikkatimden kaçmışsa, eser sahibinden özür dilerim.