Hem toplumlar hem de bireyler olarak her anımızı, bir öncekinden daha iyi geçirmek için çalışır, sorgular, yeni arayışlar içine gireriz.
Sürekli daha iyisine, daha güzeline ulaşma isteğimiz ilhamını bazen hayallerimizden, bazen de örnek aldığımız bir yakınımızdan veya okuduğumuz, duyduğumuz bir kahramandan alır. Yani içten gelen bir gücümüzden veya dışarıdan gördüğümüz, tanık olduğumuz bir örnekten…
Hayallerimiz bize yol gösterdiğinde planlarımızı daha çok seçenekli yapar, deneme yanılmalarımızın sıklığını daha fazla tutarız. Hayallerimiz, bize bakir, el değmemiş vaatler sunar. Hiç kimsenin daha önce açılmadığı okyanuslara yelken açmak, bizi rüzgârın gücüne mecbur bıraksa da, dümeni zorluklarla da olsa sezgilerimizle ve dış dünyadan aldığımız işaretlerle istediğimiz yere gitmek için kontrol ederiz.
Bu tür arayışlarımızda, bizlere rehber olan birini örnek alma olarak özetleyeceğimiz durum ise daha az risk taşır. Gidilen yer de, nasıl gidileceği de bellidir. Yapılması gereken, olmak istediğimiz gibi olan, bulmak istediğimiz yere giden kişiyi örnek almak, adımlarını takip etmektir. Bu durumun riski az olsa da başarılması daha zordur. Çünkü içinde örnek alınacak kişiyi anlama vardır.
Kişisel hayat tecrübemde bunların ikisini de kullandım. Bazen farklı durumlar için ikisinden birini, bazen de ikisini harmanlayarak hedeflerime ulaşmayı başardım.
Yıllar önce, yoga eğitmenimden dinlediğim bir öykü, bana bu iki seçeneğin sadece bireyler için değil, kurumlar için de geçerli olduğunu ve hedefe daha kolay götüreceğini çağrıştırdı.
Öykü, dünyanın tepesi olarak bilinen, ulaşmak için çetin şartlara göğüs germek gereken Himalaya Dağları’nda geçiyor.
Himalaya Dağları'nın bilinmeyen bir yerinde ölümsüz olduğu bilinen aydınlanmış bir bilge yaşarmış. Günün birinde bu bilgeyi bulup, ölümsüzlüğünün arkasındaki sırrı öğrenmek isteyen bir grup genç onu aramak için yola çıkar. Uzun süren bir arayıştan sonra bilgenin yaşadığı bölgeye ulaşırlar ve onu bularak hemen o çok merak ettikleri soruyu sorarlar.
Bilge; - “Olur mu hiç her canlı ölümlüdür; ben de ölümlüyüm” der.
Gençler; “Nasıl olur sizin yüzlerce yıldır yaşadığınızı biliyoruz” derler.
Bilge; “Benim bir nefes alış verişimde bir nesil geçer. Zamanı gelince alacağım nefes sayısı bitince ben de her canlı gibi öleceğim” diye cevap verir.
Ölümsüz olmak, henüz fiziksel olarak bireylerin kazanabildiği bir durum değildir. Öykümüzdeki aydınlanmış bilge de bunu söylüyor. Fikirlerin, kurumların, yapılan çalışmaların yeryüzünde bulunduğu, bir başkası tarafından anıldığı kadar ölümsüz olacağının tespitini yapıyor.
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır...” sözü, ölümsüz olma durumuna verilecek en yalın örneklerden biridir. Mustafa Kemal, ölümsüzlüğü fiziksel varlık olarak almıyor. Fiziksel bedenin bir gün bütün canlılarda olduğu gibi toprağa karışacağını biliyor ve ölümsüzlüğü, fikirsel düzeyde ve yapılan çalışmalar ekseninde ele alıyor.
Benzer bir durum, sanat eserleri için de geçerlidir. Yüzyılları aşarak bize kadar gelen bir tablo, bugün için ölümsüzdür. Her eser, unutulduğunda, artık anılmamaya başladığında ölmüş sayılır.
Kurumlar için de benzer bir durumun söz konusu olduğunu ifade edebiliriz. Bir şirketi veya bir sivil toplum kurumunu düşünelim. Bu kurumlar, bir veya birkaç kişinin çabalarıyla temel ilkelerini oluşturur. Bu yapılar, temel ilkeler üzerinde, çağın gerektirdiği şartları ve fırsatları kullanarak bir süre yaşar.
Peki, bu yapıların başarılarını, bunların asırlık kurum olmalarını, sürekliliğini hangi etkenler sağlıyor?
Verilecek cevabın birçok alanda olduğu gibi ekonomimiz için de son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bugün ekonomik yapımızın aktörleri arasında yer alan firmaların büyük çoğunluğu aile şirketlerinden oluşuyor. Aile şirketleri, kurucu bir liderin öncülüğünde temel ilkelerini inşa ederek belirli bir ekonomik büyüklüğe ulaşıyor. Ekonomik yapıda, ailede ve kurucu liderin yaşamında meydana gelen değişimler, şirkette de değişimi zorunlu kılıyor. Değişimlere uyum için yapılacak çalışmalar firmanın ömrüne ömür katabildiği gibi, kısa sürede piyasadan silinmesine de neden olabiliyor.
Bu nedenle, kurucu liderden sonra gelecek kuşakların değişim sürecini iyi yönetmesi gerekiyor.
Peki, değişim süreci nasıl iyi yönetilebilir?
Sorunun cevabının, paylaştığım öyküde gizli olduğunu düşünüyorum.
Değişim sürecinde, her sektörün ve dönemin uzmanlık isteyen özel bir teknik boyutu bulunuyor. Yaşadığımız bilgi çağında teknik bilgileri sunabilecek, küresel çapta söz sahibi birçok firma bulunuyor. Dolayısıyla, teknik analiz çalışmalarını yapmak zor olmayacaktır.
Bu süreçte önemli olan değişimin teknik yönü değil, değişimin ruhu diyebileceğimiz temel öğeleridir.
Kurumlar da kişiler gibi belirli bir kişiliğe, bu kişiliğin çekirdeğini oluşturan bir ruha sahiptir. Bu nedenle, ruhun anlaşılarak devamı, kurumun da devamlılığını sağlayacaktır. Bu ruh, kurucu liderin vizyonu, heyecanı, projeksiyonları, çalışma kültürü gibi birçok ölçülemeyen öğeden etkileniyor. Bu ruhu gelecek kuşaklara taşımanın yolu onu “anlamak”, onu anlamanın yolu da kurucu liderin anlaşılmasıdır.
Paylaştığım öyküdeki meraklı gençler, kendi iç dünyalarındaki güçle dağlar aşarak Bilge’yi anlamaya, onda gizli olan ölümsüzlük sırrını öğrenmeye giderek ölümsüzlüğe erişmek istiyor.
Ölümsüzlüğün mümkün olmadığını biliyoruz. Ancak öyküdeki meraklı gençler gibi hepimiz özel hayatımızda, sosyal yaşantımızda ve iş yaşantımızda ölümsüz olacak çalışmalara imza atmak istiyoruz. Kimimiz kitap yazıyor, kimimiz çocuklarımızı büyütüyor, kimimiz topluma değer katmak için sivil toplum alanında kalıcı işlere imza atıyoruz.
Bir aile şirketinin dümenine yeni geçen yönetici için ölümsüzlük, devir aldığı firmayı aldığından çok daha ileriye götürerek sonraki kuşaklara bunu güvenle emanet etmektir.
Altını çizdiğimiz ruhu anlamak ve onu yaşatmak, hem kurucuyu ölümsüzleştirecek, hem kurumun asırlar devirmesine imkân verecek hem de gerçekleştiren için bir başarı olacaktır.
Yazımızın başında belirttiğim gibi hedeflere ulaşmamızın iki yolu var. İlki ana çekirdeğini kendi iç gücümüzden alan keşfetme, ikincisi başka birini örnek almadır. Kırılgan ekonomik yapıda, büyüklerinden miras aldığı bir kurumu daha ileriye taşımak isteyen bir kişinin ikisine birden sahip olması gerekiyor. Bir yandan, öyküdeki gençler gibi Himalayaları geçecek içsel güce sahip olmak, azim ve kararlılıkla yılmadan çalışmak; diğer yandan kurumun ruhunu oluşturan kurucu lideri, onun sayesinde kurumu anlamak; yani; Bilge’den ölümsüzlüğün sırrını öğrenebilmek…
Bir aile şirketinin sürdürülebilirliğini bu iki dinamizm birlikte sağlayacaktır. Bunu yapan kişinin hem kendi kişisel başarı hikâyesini yazacağını, hem kurumun sürekliliğini, hem de kurucu liderin ve kurumun ölümsüzlüğünü sağlayacağını düşünüyorum.
Bilge’nin dediği gibi, zamanı gelince alacağımız nefes sayısı bitince her canlı gibi biz de öleceğiz. Alacağımız nefeslerin sürekliliğini başkasını anlama ve başkası tarafından anlaşılmamız belirleyecek.
Uzun lafın kısası;
Ölümsüz olmanın değil ama sonsuz olmanın sırrını öğrenmek mümkün…