Eski bir fıkradır, bir Alman işçi Sibirya'ya sürgüne gönderilir. Mektupların sansürcüler tarafından okunacağını bildiğinden arkadaşlarına şöyle der; ''Aramızda gizli bir haberleşme sistemi belirleyelim, benden aldığınız mektup mavi mürekkeple yazılmışsa doğrudur, kırmızı mürekkeple yazılmışsa yanlıştır.'' Bir ay sonra arkadaşları ilk mektubu alırlar, mektup mavi mürekkeple yazılmıştır. ''Burada her şey harika, dükkanlar mal dolu. Yiyecek bol. Apartman daireleri geniş ve güzel ısınıyor. Sinemalarda sürekli filmler gösteriyor. Etraf kızlarla dolu. Burada bulunmayan tek şey; kırmızı mürekkep!''
8 Kasım 2020 akşamı, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, sosyal paylaşım platformu Instagram'da, görevden ''affını'' dile getirdiği bir paylaşım yaptı. Uluslararası medya kuruluşları hadiseyi bir saat içerisinde doğruladıktan sonra paylaşımlarını yaptılar. Nitekim Türkiye'de bu haberi yalnızca 5 haber kanalı duyurdu. 1775 radyo ve televizyon kanalı 24 saatten uzun bir süre boyunca bu önemli haberi paylaş(a)madı.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) üyesi İlhan Taşçı, Twitter üzerinden televizyonların genel yayın yönetmenlerine yazdığı açık mektubunda, bu tavrın basının varlık nedeni olan kamuoyunu bilgilendirme ilkesine aykırı olduğunu, bir bakanın istifasının haberleştirilememesinin halkın haber alma hakkının ihlali olduğunu yazdı. Taşçı mektubunda, ''...İfade özgürlüğü, aynı zamanda haber alma, haberi edinme hakkını da kapsar. İnsanları haberdar etme hakkını yerine getirmek de gazetecilerin görevidir. Görevi kamuyu bilgilendirmek olan gazeteci, elde ettiği haberi yayınlamama keyfiyetine sahip değildir.
Böylesi bir haberin doğru olduğunun bilinmesine karşın saatlerce görmezden, duymazdan gelinerek yayınlanmaktan sakınılması, 83 milyon yurttaşın haber alma hakkının ihlali; bilmesi ve görevi olmasına karşın haberi vermeyenler açısından da gazetecilik mesleğine ihanet anlamına gelir. Unutulmamalıdır ki, basın ve ifade özgürlüğü uğruna Türkiye'de onlarca gazeteci canlarıyla bedel ödemiştir.
Sizlerden beklenen gazetecilik mesleğinin evrensel kurallarına uymak, ülkede yaşananlara kulak tıkamamak, hakikati yok saymamak, olup biteni görmezden gelmemek ezcümle; gerçeği yalnızca gerçeği izleyicilerle paylaşmaktır. Bu gerçeğin nasıl paylaşılacağı sizin kararınızdır. Ama paylaşılmaması halkın haber alma hakkının ihlalidir.'' ifadelerine yer verdi.
Bahsedilen haberin yayınlanmamasının nedenlerine değineceğim. Ancak öncesinde bu hadisenin sebebini kavrayabilmek için medya düzeninin ve temsil ettiği olguların anlaşılması gerektiği kanaatindeyim.
Medya kelimesinin kökeni Latince medium, yani ''aradaki şey, araç'' sözcüğünün çoğuludur. Antik Mısır ve Roma İmparatorluğu'nda halka önemli olayları duyurmak, gelişmeleri aktarmak için taş tabletler aracılığıyla başladığı kabul edilen medya, o zamanlar yalnızca egemen sınıf ve iktidarın söylevlerini aktarma suretiyle varolabiliyordu. 1448 yılında Gutenberg'in matbaasıyla birlikte muhalif seslerin de halk tabanında duyulmaya başlanması, erk sahiplerinin uyguladığı modern medya sansürlerinin de ilk örneklerini beraberinde getirdi.
Sansürleri her zaman çekici bulmuşumdur. İyi ya da kötü, doğru veya yanlış, güzel yahut çirkin herhangi bir şeyin, güç tarafından gizlenmeye, saklanmaya, yok edilmeye çalışılması; yasakların cazibesi gereği insan zihninde merak uyandırır.
''Eppur si muove''
Sansür öylesine kadim ve bizdendir ki, gençlerin zihinlerini zehirlediği gerekçesiyle zehirlenerek öldürüldüğü sanılan Sokrates'in de başını yakmıştır, kilisenin skolastik düşüncesini reddettiği için meydanda yakılan Giordano Bruno'yu da… Mikelanj'ın ünlü Davud heykelinin kolunu kıran da sansürdür, William Shakespeare'in yazdıklarını değiştiren de…
Bağdat'a giren Moğol istilacıların yağmaladığı kütüphanelerden, 'Benim eğitimli insanlara ihtiyacım yoktur. Bana sadık insanlar gereklidir' dedikten sonra mevcut kitapları toplatarak meydanlarda yaktıran Çarlık Rusya Kralı I. Nikolay'a kadar sansür ve baskı ezelden beri demir bir yumruk gibi aydınlanmanın önündeki yegane engellerden olmuştur. Çeşitli zamanlarda ve ülkelerde meydanlarda yakılanların yalnızca kitaplar ve insanlar (dolayısıyla düşünceler) olması bize bir şeyler anlatmalıdır.
Cervantes'in Don Kişot'undan Huxley'in Cesur Yeni Dünya'sına, Mahmut Makal'ın Bizim Köy'ünden Sabahattin Ali'nin Sırça Köşk'üne sansür tarihi en az kitaplar kadar eskidir.
20. yüzyılın başında, Halit Ziya Uşaklıgil, 'Kırk Yıl' adıyla yayımlanan anılarında o dönemi ve sansürü şöyle anlatmaktadır, ''Günden güne değinilemeyecek konuların ve kalemin ucuna geldikçe atılacak sözcüklerin, hele ne türden olursa olsun saraya, yönetime, olup bitenlere işaret denebilecek sözlerin sayısı arta arta öyle bir toplama çıkmıştır ki, basın alanı artık içinde dolaşılamayacak kadar daralmış, kullanılabilecek sözcüklerin dili, ilkel bir kavramın dili kadar küçülmüştü. 'Hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet' gibi elli, yüz sözcük ile başlayan yasak sözcüklerin gün geçtikçe toplamı kabaran yeni kovulmuş eşlerini öğrenmeli ve bunları her zaman hatırda tutarak, kalemin ucuna geldikçe pis bir böcek gibi fırlatıp atmalıydınız.''
Osmanlı'da uzun yıllar devam eden baskı, II. Meşrutiyet'in ilanından 31 Mart Olayı'na dek azalmıştı. Gazeteler ve mizah dergileri Abdülhamid'i kritize eden karikatür, haberlerle doluydu. Nitekim 31 Mart Olayı'ndan sonra yeniden başlayan sansür uygulaması II. Abdülhamid dönemini aratmadı. Tıpkı sinemamızda sansürün ilk örneklerinden olan Kibar Feyzo filminin sonunda Feyzo'nun hakime dediği gibi, ''Maho ağa ölmüştür, başka ağa gelmiştir köyümüzün başına. Habar almışım, herkes Maho ağayı arar olmuş. Bu işin sonu neye varır ben bilmirem. Sen devletsin, sen bilirsin. Gayri hükmü sen ver kurban, suç kimde?''
Sansürün diyalektiği
Tarih boyunca egemen sınıflar iktidarlarını sürdürebilmek adına ideal ideolojilerini mütemadiyen halklarına dayatmışlardır. Bu düşüncenin yanında olmayan her fikre direkt ya da dolaylı yoldan müdahale etmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla kendi hegemonyası ve oluşturdukları fikri gücün devamının sağlanması adına baskı ve sansür kaçınılmaz olmuştur.
19. ve 20. yüzyıl devletlerini incelediğimizde, iktidarlar ideolojik tekliği yaratmak adına sık sık diğer düşünceleri kriminalize ederek pasifize etmeye gayret gösterdiler. Bu mutlak hakimiyet gayreti de çeşitli baskı aygıtlarıyla topluma enjekte edildi. Polis, asker, savcı, mahkeme gibi devletin otorite aygıtları halkı sürekli mercek altında tutamayacağı için toplumsal rıza bir diğer ideolojik aygıt olan medyayla sağlandı. Elbette aile, din, sosyal kurallar, vatanseverlik gibi kavramlar da ana gayeye yardımcı oldular. Yüzyıllardır insanlar (boyunlarına tasma takılmadığı müddetçe) kendilerini özgür hissetti. Çünkü ''özgür olamayışımızı'' ifade edecek o dil, bahsettiğim otorite araçlarıyla lal edildi.
Toplumları hizaya sokmaya yarayan medya araçları Sanayi Devrimi sonrası Kral, Sultan ve Çarların tekelinden çıkıp taçsız krallar haline gelen zengin sınıfın oyuncağı olmaya başladı. Böylece üretim öğelerini kontrol eden sınıflar, medyayı, dolayısıyla toplumu da kontrol etmeye başladı. Çünkü insanların ihtiyaçlarını kontrol edenler, insanları da kontrol eder.
İşbu sebepten basın özgürlüğü ve sansür kavramlarını incelerken suçluyu saraylarda oturan krallardan çok sistemin kendisinde, yani kapitalizmde aramak gerekmektedir. İşçi sınıfının bir medya ağı oluşturabilmesinin imkanı yoktur. Çünkü sermayeyi kontrol edenler karşı cephedeki herhangi bir fikrin yayılmasına asla müsaade etmezler. Basın ve medyayı kendi kurallarında var ederler. Onların hegemonyasına ters hiçbir düşünceye mahal vermezler.
Bu perspektiften incelediğimizde özgür bir medyanın olamayacağı açıktır. Örneğin, Karabük'te bakır - çinko fabrikası olan bir medya patronunun yaptığı yaptığı yolsuzluğun kendisine ait televizyonlarda haber olmasını beklemek ne kadar anlamlıdır?
Benzer nedenlerden dolayı Avrupa ülkelerinin çoğunda medya patronlarının başka bir iş yapması mümkün değildir. Çünkü bu durum baştan sona medya etiği ve gerekçelerine terstir.
Medya hususunda bu kadar şanslı olmayan ülkelerin vatandaşları ise başka bir refleks geliştirir. Medya okuryazarlığının elzem olduğu bu ülkenin insanları, sunulan haberi direkt olarak almak yerine yayını yapan kuruluşun neye hizmet ettiğini bildiğinden olayları bu perspektiften inceler. Böylece ülkede ve dünyada yaşananlardan haberdar olmanın yanı sıra, patronların ve siyasilerin yaşananlara nasıl yaklaştığını da anlama fırsatına sahip olur. Bir nevi ucu açık bırakılan sinema filmleri gibi ''izleyiciye'' beyin jimnastiği yaptırırlar. Analiz yeteneğini geliştirirler, insanların kolaya alışmamasını sağlarlar. Bu açıdan bakınca sansür oldukça faydalıdır, insanı geliştirir.
Başa dönelim
Dürüst olmak gerekirse RTÜK üyesi İlhan Taşçı'nın mektubunu biraz abartılı buldum. Televizyon ve radyoların bu haberi paylaşmamasının nedeni gazetecilik etiği gereği haberi doğrulayamamaları yüzündendir. Zira böyle önemli bir hadisenin haber olmaması mümkün değildir. Medyanın en büyük problemlerinden olan ''yalan haber''in önüne geçmek için olması gerekendir. Kamuoyunu yanlış yönlendirmemek adına yapılmayan haberlerin kıymeti anlaşılmalıdır. Yalan haberlerin ve dezenformasyonun toplum içerisindeki insanları ne kadar etkilediği bilinmektedir. Zaten raporlar ve siyasilerin sözleri incelendiğinde, bazı kişi ve grupların haykırdığı gibi bir baskıdan söz etmek de mümkün değildir. Kötümser çığırtkanların sözlerine ehemmiyet gösterilmemelidir. Dünyaya kıyasla burada eksik olan herhangi bir medya düsturundan bahsetmek mümkün değildir. İlla bir şey söylemek gerekirse de, bulunmayan tek şey kırmızı mürekkeptir.