Hakikat ötesi, gerçek ötesi, gerçek sonrası (Post-truth) kavramı, Oxford sözlüğünde, ''Nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu' şeklinde tanımlanıyor. Kaba tabirle ise, biraz -ya da çokça- çarptırılmış kişisel bir olgunun nihai doğru olarak kabul edilmesi denilebilir. İnsanın duyguları, inanışları ve kendilerine has gerçekleri vardır. Bazen bu gerçekler objektif ve aslolan gerçeklerin önüne geçer. Çünkü her sorunun cevabı 2+2 kadar net değildir.
İlk kez 1992 yılında Amerikalı oyun yazarı Steve Tesich tarafından kullanılan post-truth (hakikat ötesi) kavramı, Ralph Keyes'in 2004'te yayımlanan kitabı The Post-truth Era (Hakikat Sonrası Çağ) ile popülerleşmeye başladı. 2016 yılında ise Oxford sözlüğü tarafından yılın kelimesi seçildi. Şüphesiz bunun en büyük sebebi 2016 Amerika Birleşik Devletleri başkanlık seçimleri idi. Seçimlerin öncesinde ve sonrasında Donald Trump'ın New York Times, Washington Post, CNN gibi medya kuruluşlarıyla giriştiği savaşa tanık olduk. Trump, medyanın her gün yalan söylediğini, kara propagandaya maruz kaldığını vurguluyordu. Hakeza çeşitli fact checking (veri, haber doğrulama) kurumları da Trump'ın ortalama bir konuşmasında 10'dan fazla yalan söylediğini grafiklerle kamuoyuna duyuruyordu.
Herkesin birbirini yalancılıkla suçladığı dev bir post-modern pinokyo simülasyonunda hakikat ötesini tartışırken aslolan gerçek anlamını yitirir, söner gider. Geriye de yalnızca tevatür kalır.
Basit bir örnekle açıklamaya çalışalım, birkaç sene evvel İstanbul'da su pompası imalatıyla uğraşan biriyle tanışmıştım. Ürettikleri pompaların üzerine 'Made in Germany' ibaresi koyduklarını, bir yasa gereği bunun elzem olduğunu söylemişti. Ürünü satın alan Alman için hakikat ötesi çağda, o su pompası 'Alman malı'dır. Her ne kadar aslında öyle olmasa da.
Sahte diplomaya sahip biri iş görüşmesinde bu yalanı söyledikten sonra, o diplomayı teyit ettirebileceği sahte numaralar da sunar. İşe başladıktan sonra da hakikat ötesi bu durumu devam ettirmek zorundadır. Ancak olay şu ki, diplomanın sahte olduğu anlaşılana kadar -bazen hiçbir zaman anlaşılmaz- işi yapmaya devam edecektir. Belki sonrasında da.
''Hakikatin ne olduğunu, onun hakikat olduğunu kabul ettirme gücüne sahip olanlar belirleyecektir''
İnsanlar gerçek olmasını istedikleri yalanlara inanmaya eğilimlidir. Bu bazen öyle bir noktaya evrilir ki; gerçek, kişinin gözüne sokulduğu halde kişi bunu görmemeye, görse dahi reddetmeye devam eder.
Yalancı çoban hikayesini bilirsiniz. Sürekli yalan söyleyen çoban doğruyu söylediğinde ona kimse inanmıyordu. Politik personalar ve totaliter rejimler halkı manipüle etmek ya da başka bir 'realite'ye inandırmak için yalanlara başvurur. Bu yalanların muhatapları da bir süre sonra yalancı çoban hikayesindeki halk gibi neyin gerçek neyin yalan olduğu konusunda ikileme düşer, sorgulamaya başlar. Siyaset bilimcisi Hannah Arendt, 'Bu noktaya, yalanların muhatabı olan kitle hayatta kalabilmek için hakikatle yalan arasındaki ayırt edici çizgiyi tamamen göz ardı etmeye zorlandığında ulaşılır.'
Elbette bu hususta göz ardı etmememiz gereken toplumsal ve kültürel taraflar var. Zira Urartular yalancıları hapse atarken, Antik Yunanistanlılar yalancı tanrıların heykellerini meydanlarda sergiliyordu.
Fransız yazar Montaigne, gerçeğin tek, yalanın ise binlerce yüzü olduğunu söyler. Yalan söylemenin bazı insanlara çekici gelmesini son derece doğal karşılar. Söylenebilecek tek doğrunun karşısında sınırsız yalanlar ve kurgulanabilecek sonsuz senaryo mevcuttur.
Hakikat kimin buyruğundadır?
Yazının başında bahsettiğim The Post-Truth Era isimli kitabında Keyes bu durumu şöyle özetliyor, ''Farklılığın, çokluğun, çoğulluğun merkeze alındığı bir çağın çocukları, dünyanın aynılaştırılmasına, tek biçimciliğe itiraz ederek çoklu hakikat tezlerine sarıldıklarında, aslında hakikatten de vazgeçmiş oldular. Çünkü herkes için geçerli olmayan hakikat yoktur. Hakikati hakikat yapan şey, onun evrensel değilse bile genel olması, yani herkes tarafından anlaşılabilir, kabul edilebilir ve paylaşılabilir olan bir geçerlilik taşımasıdır. Herkesin hakikati, doğrusu kendisine olduğunda ve tüm hakikat iddiaları aynı biçimde geçerli olduğunda aslında önce konuşmanın ortadan kalkması, ortaklaşabilirliği, paylaşılabilirliği, aktarılabilirliği ortadan kaldıracağı için geçerlilik iddiasının kendisini hükümsüz kılar. Bu durumda hangi hakikatin geçerli olduğu, gücün ellerine bırakılır. Nitekim, artık hakikat ötesi bir çağda olduğumuz ilan edildiğinde aslında kastedilen budur: Hakikatin ne olduğunu, onun hakikat olduğunu kabul ettirme gücüne sahip olanlar belirleyecektir. 'Hakikatin yerini inanılabilirlik almıştır.' Çağın, hakikati tümüyle zihniyet yapılarına, inanç düzlemine indirgediğini açıkça ilan eden bu cümlenin ahlaki, siyasi sonucunu da ilan ettiği açık: Neyin doğru olduğu değil, bir şeye inanılıp inanılmadığı önemlidir. Artık dürüstlük, doğruluk ölçütüne uygun davranma değil, dürüst olunduğu konusunda bir inanç oluşturup oluşturmamaya bağlıdır. Neyin iyi olduğunu belirleyen şey, iyiye dair ortak bir ilke değil; bir şeyin iyi olduğuna dair bir inanç oluşturup oluşturmadığıdır.
Bu durumda yalan, hakikatin yerine geçebilir; çünkü insanları uygun araçlarla bir yalana inandırabilirsiniz. Hatta ahlaken kötü olduğu düşünülen bir şeyin verili bir bağlamda iyi olduğuna da inandırabilirsiniz. Neyin iyi neyin kötü, neyin haklı neyin haksiz, neyin doğru neyin yanlış, neyin güzel neyin çirkin olduğuna bu türden bir inanılırlık zemini oluşturduğunuzda yaratılan dünya aslında bir görelilik dünyası değildir. Bu dünya, hakikatin yerine yalanın geçtiği bir dünyadır. Çünkü gerçek olmayan ama gerçekmiş gibi sunulan her şey yalandır.''
Türkiye'de ilk kez deneysel psikoloji alanında çalışmalar başlatan Mümtaz Turhan, henüz hakikat ötesi kavramı keşfedilmemişken şunları yazmış, ''İnandıklarını hakikat, kırık dökük ve irtibatsız gözlemlerini de realite sanmaktadır. Onda ne ilim adamının müsamahası, ne de hakikat karşısında teslim olmaya hazır olma uysallığı vardır.''
En nihayetinde insanın aklına şu soru geliyor: Kendini, fikirleri ve düşünceleri ile özleştiren insanoğlu, düşüncelerinin yanlış olduğunu kabul edecek tevazuya sahip midir?