Bir şeyler değişiyor. Bir şeyler. Yüzler, ruhlar, gölgeler. En önemlisi kalpler değişiyor, kalpler kırılıyor. Kırık bir bardaktan su içmek ne kadar mümkünse, onu yapıştırıp eski haline döndürmek ne kadar sağlıklıysa, o kadar iyi hissediyorum. Ve bir o kadar da pencerelerin ardına hapsolmuş gibi. Yaşadığım dünya beni her şeyden itiyor. Bir gökyüzüm var, ona da istediğim şefkati tam olarak veremiyorum. Çünkü o bile zaman akışına ayak uyduruyor, o bile bir gün bulutlu, bir gün sağanak yağışlı oluyor. Ki ben ne zaman gökyüzü bana yağsa, ruhumun titreyişlerine engel olamıyorum. Gökyüzünden beklentim sonsuz. Ama beklentiler her daim yaralıyor insanı. Acıtıyor. Kalbini paramparça ediyor. Seni dipsiz bir kuyuya itip, düşüncelerinde boğulurcasına nefessiz kaldırtıyor.
Her şeye alışılıyor, zamanla.
..alışılıyor...
Sessizliğe.... ve sonu gelmeyen düşüncelere...
Her ne kadar kendine geceler boyu sözler verdirtse de içindeki sevgi, mutlaka sonunda ağlamaklı buldurtuyor ya insanı, en kötüsü de o. Bağırmak isteyip bağıramamak 'yeter gücüm yok' demek isterken 'senin için savaşacağım' dedirtiyor insana. Sonunda toparlatıyor da, dediğim gibi kırılan bir bardak asla tamir edilemiyor. Ağzın kanaya kanaya o suyu içiyorsun, kimseye belli etmeden. Kimse anlamasın diye siliyorsun ya ağzını, hiçbir şey yokmuş gibi gülümsüyorsun ya o sevgiye. Ağzın paramparça olsa da yine de içmekten alıkoyamıyorsun ya kendini. Çünkü seviyorsun. Sen gördüğün gökyüzünü ölesiye seviyorsun.
Bunun başka bir izahı yok.
Biz insanlar gökyüzüne karışan bir balon misaliyiz, bir gün var yarın yokuz. Bu düşünce bana çok uzaklara gitme isteği uyandırıyor Öyle bir uzaklık ki, kimsenin bana ulaşamayacağı bir yer, bir mekan ya da bir zaman dilimi. Sadece huzur ve gözlerimin gördüğü tek gökyüzü. Yeter ki, o gökyüzü ben, cevapsız sorulardan uzak tutsun. Her şeyden, herkesten uzak. Çok uzak...