Farklı bir bakış açısıyla iletişim zekâsı

 

Yolu Gayrettepe metro istasyonundan geçen her yolcunun önünden ve içinden geçtiği İstanbul Diyalog Müzesi’ni haftalık yazı köşemde bu haftanın konusu olarak kaleme aldım.
 

Müzenin internet sitesini incelediğinizde, Diyalog Sosyal Girişimcilik Derneği tarafından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve Metro İstanbul A.Ş.’nin desteğiyle kurulan müzenin, ön yargı duvarlarını kırarak iletişim dili birbirinden farklı olan engelli ve engelsiz bireylerin diyaloğunu geliştirmeye destek olmayı amaçladığı anlaşılıyor.
 

Yazılarında iletişimin önemini öne çıkaran biri olarak, İstanbul Diyalog Müzesi ile ilgili bilgi ve deneyim sahibi olduğum hususlardan hareketle “İletişim Zekâsı” üzerine farklı bir bakış açısı ile görüşlerimi paylaşacağım.
 

Önce diyalog müzesi ile hedeflenen hususlar hakkında müzenin internet sitesinden edindiğim bilgiler çerçevesinde siz değerli okurlarımı kısaca bilgilendirmek istiyorum.
 

İlk olarak 1988 yılında Almanya’da hayata geçen Karanlıkta Diyalog ve devamındaki Sessizlikte Diyalog sergileri 2013 Aralık ayından beri Türkiye’de bulunuyor. Dünyada birçok ülkede başarısını kanıtlamış oldukça önemli birer sosyal girişim projesi olarak anılan Karanlıkta Diyalog ve Sessizlikte Diyalog deneyimleri, ülkemizde metro istasyonu içinde yer alarak dünyada bir ilk olması açısından da önem kazanıyor.
 

Tamamen karanlık ve sesten izole olarak yaratılan, hayatın farklı kesitlerinin deneyimlendiği karanlık ve sessizlik ortamlarında; insanların “ötekileştirme”, ”birbiriyle ön yargısız iletişim kurma” ve “karşısındakini dinleme” gibi konularda düşünmeleri ve devamında aksiyon almaları hedefleniyor.
 

Ziyaret ederek deneyimleme imkânı bulduğum sergilerden, “Karanlıkta Diyalog” sergisi, ziyaretçileri İstanbul’un sembolü haline gelmiş kentsel mekânları bir kez de karanlıkta gezmeye davet ediyor. Vapura binme, parklarda dolaşma, trafikte karşıdan karşıya geçme, Beyoğlu tramvayına binme, semt pazarı gibi çeşitli bölümleri olan sergide, ziyaretçi görme engelli bir rehber eşliğinde gezerken duyulara dayalı yeni “görme” biçimleri de keşfediyor. Bir saatlik bu deneyim, ziyaretçilere hiç bilmedikleri bir İstanbul’u yaşatıyor.
 

Bu deneyimde, sergi boyunca hiçbir şey göremiyorsunuz. Tamamen karanlık. İstanbul’da yaşayan görme engelli bir bireyin yaşadıklarını tecrübe ediyorsunuz. İstanbul’u, ona özgü o sesleri, kokuları, dokunarak, koklayarak ve duyarak hissediyorsunuz. Ancak göremiyorsunuz.
 

İstanbul Diyalog Müzesi’nde deneyimleme imkânı bulduğum işitme engellilerin hayatlarını deneyimleyerek anlayabilmeyi ve onlarla empati kurabilmeyi sağlayan “Sessizlikte Diyalog” sergisi ise; ses yalıtımlı özel bir alan içinde, tamamen sessizlikte gerçekleştiriliyor.
 

Ziyaretçiler bir saat boyunca hiç konuşmuyorlar ve taktıkları kulaklık sayesinde hiçbir şey duymuyorlar. Sergide ayrıca ziyaretçi gruplarına rehberlik etmek üzere işitme engelli rehberler eşlik ediyorlar.
 

Bu deneyimde, görme engelli bir bireyin bastonuyla, deyim yerindeyse yapay bir organıyla dış dünyayla olan iletişimini sağlamaya çalışıyorsunuz. Gündelik yaşamlarında görme engelli bireylerin bu yolla sahip olamadığı bir organından kaynaklanan engeli nasıl aştığını, bu yoklukla nasıl baş ettiğini anlıyorsunuz. 
 

Tamamen sessiz bir ortamda sözsüz iletişimi deneyimliyorsunuz. Yüz ifadelerinizi ve vücut dilinizi nasıl etkin kullanabileceğinizi, işitme yetinizin olmaması durumunda iletişimi nasıl kurabileceğinizi anlıyorsunuz.  
 

Gündelik yaşamda, çevremde gördüğüm işitme engelli kişilerin kendini ifade etmek, iletişim kurabilme için nasıl zorlandıklarını ve bu arada vücut dili kullanarak bir pandomim sanatçısı yetkinliği kazandıklarını düşününce bu iletişimin gücünü takdir ediyorum.
 

Bu sıra dışı iki deneyimden sonra, görme ve işitme (ve işitmeye bağlı olarak konuşma) gibi temel yaşamsal engeli olan kişilerin, diğer organlarını ve farklı iletişim yetilerini nasıl daha etkin kullanarak bu zorlukları fırsata dönüştürdüklerini anlama imkânım oldu. Ayrıca engelli bireyleri daha iyi anlayarak, onlara karşı güçlü bir empati kurabilmenin önemini de kavradım.
 

Herkesin kişisel olarak bu ve benzer duyguları tatması için ziyaret etmesini tavsiye edeceğim bu sergiler, engellerin aşılarak, gayret ve azimle farklı yaşamsal alternatif becerilerin nasıl geliştirilebileceğini öğretmesi açısından önemli hayat dersleri taşıyor.
 

Görme ve işitme engellilerin geliştirdikleri iletişim zekâlarıyla hayati duyularından birinin eksikliğinden kaynaklanan zorlukların üstesinden gelebildiklerini deneyimleyerek hissediyorsunuz.
 

Söz konusu deneyimler sonrası, herhangi bir duyu, bedensel organ eksikliğimiz olmamasına rağmen, çözebileceğimiz bazı sorunlar karşısında, bir engelimiz varmış gibi bocalayabildiğimizi, kolumuzun kanadımızın kırıldığı durumları düşündüm.
 

Karşımıza çıkan zorlukları kabullenerek pes mi ediyoruz yoksa önceki satırlarımda yer alan örneklerde olduğu gibi onları aşmak için farklı yetkinlikler mi geliştiriyoruz?
 

Örneğin, iletişim eksikliğinden ve yanlışlığından dolayı yaşadığımız bir “anlaşılamama” engelini her zaman aşabiliyor muyuz?
 

Görme engelli bir birey, elindeki bastonu ve diğer duyularını daha fazla kullanarak engelini aşabiliyor. Bu sorunları aşacak yetkinlikte bir iletişim zekâsına sahip oluyor.
 

Peki, bizler aynı iletişim zekâsına sahip olduğumuzu gösterebilecek bir bastona sahip miyiz?
 

Ya da işitme engelli bireyleri düşünelim. Çevremizde, işitme engellilerin iletişim kurmak için beden dilini nasıl usta bir pandomim sanatçısı gibi kullandığını, normal günlük yaşamında, performansını sahneleyen bir pandomim sanatçısı ustalığında beden dilini kullandığına mutlaka şahit olmuşsunuzdur.
 

Peki, bizler her gün, farklı ortamda ve ölçeklerde, iletişim engellerini aşmak için hangi yetkinliklerimizi geliştirmeyi başarıyoruz?
 

Anlaşılamama, sesini duyuramama, iletişim kuramama sorunlarıyla karşılaşan bizler,  bu “engelleri” aşmak için gerekli iletişim zekâsına sahip miyiz?
 

Konuşmada kullandığımız sözcüklerin seçimi, bunu ifade ederken ki vücut dilimiz, karşımızda gördüğümüz tepki karşısındaki duruşumuz, davranışlarımız, empati yeteneğimiz hepsi iletişim zekâmızın yansımaları.
 

Filozof Konfüçyüs, “İnsanları geçimsiz yapan sevgisizliktir. / Birbirine düşman eden iletişimsizliktir. / Güzellikten yana ne varsa yok eden ilgisizliktir” diyor.
 

İletişimin önündeki en büyük engeli kendimizde, sevgisizliğimizde, ilgisizliğimizde görüyor.
 

Yazımın başında verdiğim örnekte, birkaç saatliğine engelli bir birey olarak deneyimlerimden ve bu deneyimin beni ne kadar etkilediğinden bahsettim.
 

Fark etmeden yanından geçip gittiğimiz, nobran davranışlarımız karşısında ne hissettiklerini önemsemediğimiz engellilerin dünyasında birkaç saat geçirmek bana hayatımın en önemli derslerinden birini verdi.
 

Engelli dünyasına sevgisizliğimizi ve ilgisizliğimizi fark etmekti önce beni düşündüren. Sonra iş dünyasının acımasız rekabet koşullarını da ekleyince kocaman iletişim ağı içinde olan bizlerin aslında ne kadar iletişimsizlik içinde olduğumuzu birbirimizi anlamaktan, empati kurmaktan ne kadar çok kaçtığımızı, aslında engelin kendimiz olduğu düşüncesiyle buldum kendimi.
 

Engelsiz misiniz yoksa engel siz misiniz?   
 

Teknolojinin tüm nimetlerinden yararlanan bir nesil yetişiyor. Yeni çıkan her teknolojik gelişme karşısında ilgisiz durmak pek mümkün değil. Bugün, yabancı dil bilmeme gibi somut bir nedenden kaynaklanan iletişim engellerini de google translate gibi uygulama ve inovasyonlar ortadan kaldırıyor. Ampute futbolcuların kanedyenleri, işitme engellilerin vücut dilleri, görme engellilerin Braille alfabesi ve beyaz bastonları iletişim engellerini ortadan kaldırıyor. Peki, hem profesyonel hayatta hem de kişisel özel yaşamlarımızdaki iletişim engellerini nasıl aşacağız?
 

İletişim konusundaki en büyük engel kendimizsek, biz kendimizi nasıl aşacağız? Tabii ki, sevgiyle ve ilgiyle aşacağız. Empatiyle aşacağız. Dinlemek kadar karşımızdakini anlayacağız da…
 

Saygı duyup güven de vereceğiz. O güveni de iletişim zekâmızı kullanarak kazanacağız.
 

Değerlerimiz ortaklaşmamızı sağlıyor
 

Bir birey olarak, hepimizin diğer bireylerden farklı bakış açıları var. Bu farklı bakış açıları, hem bireyler arasında hem de bireyler ile kurumlar veya toplumlar arasında ayrışmalara neden olabiliyor. Bu farklılıklar yanında bizleri bir arada tutan değerlerimiz de bulunuyor. Bireysel farklılıklarımız ayrışmamızı, değerlerimiz ortaklaşmamızı sağlıyor.
 

O halde hem kurumlarımızda hem özel yaşamlarımızda hem de toplumda farklı kişisel özelliklerimizi koruyarak müşterek ortak değerlerimizi ortaya çıkarmamız, onların etrafında bir araya gelmemiz, iletişim engellerini ortadan kaldıran önemli bir iletişim stratejisi olacak.
 

Netice itibariyle, farklı kimliklerle kurduğumuz, çeşitli ilişki ağlarımız bulunuyor. Bazen bir şirketin kurucu lideri veya sadece bir çalışanı, bazen bir hayat arkadaşı, bazen iyi bir dost, bazen sabahları selamlaştığımız komşu, bazen de sadece vergisini ödeyen bir vatandaş rolümüz var. Bir birey olarak, bu farklı rollere uyum sağlamamız, bizim gibi iletişim kurduğumuz diğer kişilerle farklılıklarımızı koruyarak anlaşma yollarını bulmamız gerekiyor. Bunları yapmamızda iletişimin hayati rolü olduğunu düşünüyorum. Bu ilişkileri hedeflerimiz doğrultusunda kurarken, sahip olduğumuz ortak değerlerin ortaya çıkarılması kurduğumuz iletişimi olumlu etkileyecek.
 

Bireysel olarak kuracağımız bu ilişkiler, kanaat önderleri, kurucu liderler gibi stratejileri oluşturup onları geliştiren kişiler tarafından sahiplenilerek bir kültür halini almalı.  Örneğin bir aile şirketinin kurucu lideri, şirketin ayakta kalması için gerekli iletişim zekâsının yeni kuşağa geçmesini sağlayabilmeli. Aynı şekilde bir sivil toplum kurumunun kanaat önderi, kurum etrafında kenetlenen kişilerin kurumun hedefleri doğrultusunda, uyum için çalışmasını sağlayacak stratejileri oluşturarak, onları diğer gönüllülere aktarabilmeli.
 

İnanıyorum ki, ailelerden şirketlere, sivil toplum kurumlarından kamu kurumlarına toplumdaki bütün yapılarda, bireysel farklılıkların zenginliğini koruyarak değerlerin ortaklaştırılması, ortak hedefler etrafında bir araya gelinmesi, daha mutlu bireylerin, güçlü kurumların ve gelişmiş toplumların oluşmasını sağlayacak. Bu kültürün oluşmasının olmazsa olmazlarından biri de etkin bir iletişim zekâsına sahip olmaktan geçiyor.
 

Uzun lafın kısası;
 

İstanbul Diyalog müzesinde karanlıkta diyalog ve sessizlikte diyalog sergilerini gezerken karşılaştığınız iki ifade günün özeti oluyor.
 

Diyalog varsa, karanlık yoktur.
 

Hissetmek anlayabilmenin en iyi yoludur!