Duygusal Zehir-1

Yaşadığımız her olay istemeden de olsa kendi kişiliğimizi oluşturuyordu. Direnmek, çaba göstermek, kendini kanıtlamak bir zorunluluktu. Çünkü ailemde herkesin benden bir beklentisi, yapmam gereken bir görev alanı vardı. Beni sevmeleri sanki beklentileri karşılayabildiğim kadardı. Karşılanmayan her beklenti içimin bir yerlerinde kırıntılar oluşturuyor, oluşan yaralı çatlakları sürekli birleştirmeyi, birbirine yapıştırmaya çabalıyordum. Aile içinde dışlanan, istenmeyen sevilmeyen ya da üvey evlatların yeteri sevgi çemberine giremediklerinde bir zaman sonra nasılda bir canavara dönüştüğünü sadece filmlerde değil, günlük hayatın içinde görüyordum. Ne zaman yalnızlık içimde büyüse, o sevgisiz, o yetim, o öksüz çocuk ben oluyordum. Sevgisiz olarak büyümenin acısı farklıydı. İçim farklıydı, dışım farklıydı. Bazen çok katı, geçimsiz zor birisi olarak tanınıyor olsam da çoğu zaman bir gülüşe yenik düştüğüm de çok oluyordu. Benim iyi olmam önemli değil, daha doğrusu onların istediği şekilde olmam gerekiyordu. Tıpkı dışarıda odun ateşinde demlenen çay gibiydim. Dışımı gören, isten simsiyah kararmış çaydanlık gibi olan sadece dışımı görüyordu. Oysa içim mis gibi kokan çay gibiydi. Ama insanlar önce çaydanlığı görüyordu. Birini kötü bellemişler ise bardaktaki çayı tatmadan ön yargılı olarak iyi olmadığını düşünüyordu.

Aşka düştüğümde yüzlerce hastasını tedavi eden ama kendisi hasta olan bir doktor gibi oluyordum. Yalnızlıktan korkup insanlara yakın olmak istiyor ama bunu hiç de kolay yapamıyordum.

Sevgilim de beni dış görünüşümle tanıyor gibiydi. Belki hatalıydı ama bu hatasını bilmeden, farkına varmadan yaptığından emindim. Yaptığı her işte belki de evinde eleştirilmişti. Hataları büyütülmüş, yüzüne yüzüne çarpıtılarak söylenmişti. Nasıl düzenli yapılması gerektiği değil, her zaman hatalı iş yaptığı beynine sokulmuş gibiydi. Sevgi içinde anlatılmamış, yaptığı işlerden azarlanıp sürekli eleştiri aldığından sevgiden uzaklaşmış hatalarını normal kabul etmeye başlamıştı. Çünkü evin içinde yaşanan tüm olumsuz şeyleri özellikle çocuklar olduğu gibi alıyordu. Doğruyu yanlışı ayırt edemeden kabul ediyordu.

Ne zaman tartışmaya girsek, en çok kendime zarar veriyordum ama o zamanlar bunun farkında bile değildim. Yapmam gerekenleri zamanında yapamıyor, olmam gereken saatte durakta olamıyordum. Bindiğim otobüs asla kaçırdığım otobüs değildi. Aynı yere varmış olsam da gecikmeli ve zaman kaybı olarak yetişiyordum. Acı çekmeye, acımızı tek başıma yaşamaya ne kadar alışmışsam yakınlarımdan gelen baskı ve yasaklara aynı şekilde alışıyordum. Kendime yaşattığım tahammül ve dayanma gücüme göre yeni gelen acılara da göğüs geriyordum. Çünkü beynim o acıya alışmış oluyordu. Deneyimlediğim her şey yeni acılara dayanma gücümü arttırıyordu. Yalnızlık dediğim şey ise her defasında farklı hissettiriyor, farklı yaşatıyordu acısını. Bu yüzden yaşadığım deneyim ve geçmiş yaşantım aslında hiçbir işe yaramadığını sonradan birebir yaşayarak görüyordum. Sonunda geldiğim nokta, 'Ben ne acılar gördüm, bu da nedir ki?' olayına dönüşüyordu. Hiçbir iyilik tecrübesi insanlara fayda sağlayamıyordu. Kalıtsal olarak soya çekim olarak bu döngü asla insanın özüne işlemiyordu. İşte bu yüzden en iyi bildiğim şeylerden birisi de buydu, kalıtsal iyilik henüz insanlığı kurtarmaya yeterli değil. Çünkü genlere aktarımı gerçekleşmiyor bu yüzden insanın insandan ötürü çektiği hüzünlü acılar devam ediyordu.

Çıktığım iş gezilerinden geri dönmeden bir gün öncesi arar, ne istediğini sorardım. Beklediğim cevap, 'Çiçekle, böcekle gelme, sen gel yeter' demesini beklerdim ama her defasında bir hediye listesini iletirdi. Döndüğümde ise benim sevdiğim yemekleri, tatlıları yapmış olurdu. Oysa ben onları hiç istemezdim, bana göre hiç gerek yoktu. Vardığımda sanki açlıktan çıkmışım sanki birkaç gündür hiçbir şey yememişim gibi zorla, ısrarla yedirmeyi çok severdi. Oysa ben vardığımda konuşalım, gülüşelim, bana sarılsın, saçlarını seveyim, boynundan öpeyim, kokusunu içime çekeyim isterdim. Beni evde değil, deniz kenarına yakın bir yerlerde karşılasın, el ele tutuşup denize karşı seni seviyorum diye bağıralım isterdim. Sonra sabahlara kadar konuşalım, o gece uykuyu görmesin gözlerimiz, güneş bize gülümserken sabaha kadar oturalım isterdim ama bunların hiçbirini yaşamak bir yana bir defasında böyle yapalım dediğimde, 'Sen de saçmalama, o ne öyle, ben senin gönlünü alır, yatar dinlenirsin, bırak denizi filan üşütürüz' olmuştu. Oysa ben seviyordum uykusuz kalmayı seviyordum denizin maviliğini, bırak üşüteyim, bırak yemeği, dışarda simit yemeyi tercih ederdim.

Yine öylesi bir geri dönüşümde hep aynı kısır döngüyü yaşadığımı fark ettiğimde bazı şeylerden bıktığımı anlamıştım. Öylesi sohbetleri, öylesi sevgi dokunuşlarına gerçekten çok ihtiyacım olduğunu fark ettim. Çünkü çocukken gurbetten kardeşlerim geldiğinde o geceyi sohbetle geçirirdik. Sabahlara kadar konuşur, nedenli nedensiz gülüşür, sabahı bulurduk. Tanrım ne doyumsuz gecelerdi o geceler. Şimdi kaç haftamı, kaç günümü öylesi bir tek gece için feda etsem de yaşayamam. Binlerce sıradan geceyi bir çırpıda silip öyle bir geceyi bir daha geçirebilmeyi çok isterdim.