24 Haziran seçimlerinden önce başlayan ve seçimlerden sonra da günümüze kadar devam eden; Türkiye'nin ekonomisini hedef alan ve dış politikada edilgen kılmak isteyenlerin saldırılarını birlikte yaşıyoruz. Bu saldırılar başlangıçta Amerika Birleşik Devletleri tarafından ve özellikle Trump'ın isteğiyle ortaya çıktığı söylenmekle beraber başka ülkelerin ve uluslararası sermayenin kar hırsının da etkisi olduğu apaçık ortada.
Türkiye, jeopolitik konumu itibariyle, 20. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana yapılandırılmak istenen ABD eksenindeki Ortadoğu'nun bir parçası olarak hedeftedir. Başta ABD olmak üzere dünya ekonomisine ve siyasetine egemen olan devletler ve bu devletlerin uluslararası şirketleri hem Türkiye'de kar etmek hem de Türkiye'nin parçalanmasına neden olacak yeni yapılanmanın önünü açmak için diplomatik, ekonomik ve siyasi saldırılarını sürdürmektedirler.
Türkiye'deki başkanlık sistemi dolayısıyla 50 + 1 oy oranı yeterli olduğundan, toplumdaki karşıtlık esasına dayalı kutuplaşma nedeniyle bu saldırılar başta Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere iktidarı kuşatma şeklinde yapılmaktadır. Bu kuşatma ekonomik alanda ağırlık kazanırken, dış ilişkilerde Türkiye'yi bir kısım devletler yalnızlaştırmaya çalışırken bir kısım devletler de tarafına çekmek amacıyla ittifaklar arayışını sürdürüyorlar. Bu gerçekleri görmeden iktidarı eleştirmek doğru değildir. Tam aksine iktidarın aldığı önlemleri daha etkin hale getirebilmek için gerekirse önerilerde bile bulunulması gerekir. Türkiye'nin bu hale nasıl geldiğini tartışmanın zamanı değil. Türkiye'nin birlik beraberlik içinde Türkiye'yi kuşatanlarla mücadele etme zamanıdır. Hükümetin Avrupa Birliği ile ilgili açıkladığı yol haritasının en büyük muhalefet partisi olan CHP tarafından desteklenmiş olması bu konuda yapılması gerekenler için iyi bir örnektir.
Türkiye'nin içinde bulunduğu koşullarda, Türkiye'yi kuşatanlarla mücadelede dış politikada yeni bir duruşa ihtiyaç vardır. Bu duruş, ulusal karakteri egemen 'ulusal duruş' olmalıdır. Ekonomide paranın spekülatif değer kaybetmesini önlemek için ortak akla dayalı yöntem arayışına ihtiyaç vardır. Böylesi bir ihtiyacın giderilmesinde 57. Hükümet döneminde Kemal Derviş'in istifasından sonra uygulanan ekonominin yönetimindeki yaklaşım örnek olarak alınabilir.