CUMHURİYET, ÖZE DÖNÜŞTÜR


Cumhuriyet, devlet ve yönetim biçimi olarak öze dönüştür.

Bitti saltanatın devri zamanı,(*)

Silindi göklerin kara dumanı,

Kendi elimizle tuttuk dümeni,

Gemi yenilendi, göl yenilendi.

Zafer kazanıldı, sulha erildi;

Cumhuriyet, ilan oldu, kuruldu.

Yeni baştan saza düzen verildi,

Perde yenilendi, tel yenilendi.

Selçuklu ve Osmanlı devlet biçimi, tek adama dayalı sultanlık, padişahlık idi. Sultanın, padişahın her sözü kanun sayılırdı. Halkın herhangi bir yetkisi, söz hakkı yoktu. Devlet, halkı ancak vergi ve asker gerektiğinde hatırlıyordu. Yönetim, baskıya ve korkuya, tehdide dayanıyordu. Bu nedenle de yetiştirdiği insanlar korkak, sefil oluyordu. Cumhuriyet ise erdemdir.

Anadolu Türk'ü, cumhuriyet yönetimine yabancı değildir; Türk tarihi incelendiğinde görülür ki Cumhuriyet kumuş bir ulustur. İşte bu nedenledir ki Atatürk Cumhuriyeti kurmuş ve Ankara'yı da Cumhuriyetin başkenti yapmıştır. Atatürk diyor ki:

'Ankara, durumu itibariyle memleketimizde yönetim merkezi olmak bakımından çekici ve güvenli bir noktadadır. Bu nedenle benim kararlarım, harekatım ve girişimlerim üzerinde doğal olarak etkisini göstermiştir. Ben, Ankara'yı coğrafya kitaplarından çok, tarihte öğrendim; cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Gerçekten Selçuklu Yönetimi'nin sona ermesi üzerine Anadolu'da oluşan küçük hükûmetlerin adlarını okurken birtakım beylikler arasında bir de Ankara Cumhuriyeti'ni görmüştüm '(Anadolu Selçuklu Devleti'nin sonunda Ankara ve çevresinde 1290 yılında bir Ahi Cumhuriyeti kurulmuş ve 1354 yılına kadar egemenliğini sürdürmüştür. Ankara, Ahi Cumhuriyeti'nin başkentidir).'

'Tarih sayfalarının bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara'ya ilk geldiğim günde gördüm ki orada geçen yüzyıllara rağmen, hala cumhuriyet yeteneği devam ediyor (ASD III, s. 97-99).' Bu nedenledir ki Cumhuriyet, özüne, kendine dönüştür.

Cumhuriyet, aile yapısı ve kadın hakları bakımından da öze dönüştür.

Bildik ki her gönül hürriyet özler,

Kaldırdık peçeyi, açıldı yüzler,

Erdi sosyal hakka kadınlar kızlar,

Miras yenilendi, mal yenilendi.

İslamiyet öncesi Türk aile yapısı tek eşliliğe dayanmaktaydı. Kadın özgürdü, erkeklerden kaçmaz, peçe ve çarşafa bürünmezdi; erkeklerle eşit haklara sahipti. Kadın devlet başkanı, komutan, asker olabiliyordu. Aile içinde erkek gibi söz sahibiydi, çocuklar üzerinde velayet hakkı vardı, ayrıca siyasi haklara da sahipti. Türkler, İslamiyet'i benimsedikten sonra bazı Arap geleneklerini de benimsemişler ve kadının değeri giderek azalmıştır. Sonunda öyle bir duruma gelmiştir ki 'boş ol!' sözüyle bir kenara atılıvermiştir. Dahası tek eşlilik, çok eşlilik durumuna gelmiş, kadınlar kuma olmuşlardır. Böylece gerçek Türk aile yapısı bozulmuştur.

İşte Cumhuriyet, Medeni Kanunu benimseyerek Türk aile yapısını tek eşli duruma getirmiş, kadının tüm haklarını eline vermiş, kadınları insanlık onuruna ve yurttaşlığa yüceltmiştir. 'Aslında Atatürk, 13. Yüzyıldan sonra her geçen gün biraz daha hakları gasp edilen ve Osmanlı Dönemi'nde önce çarşafa, peçeye sonra da içine kapanarak toplumdan dışlanan Türk kadınının gasp edilen haklarını geri vermiştir. Bu bir anlamda Türk kadınının iadeyi itibarıdır ( Sinan Meydan, Akl-ı Kemal 1, s. 152).' Başka bir anlatımla Cumhuriyet, kadın haklarını öze döndürmüştür.

Cumhuriyet, yazıda öze dönüştür.

Kasabada, köyde okullar kurduk,

Yediden yetmişe tahsile girdik.

Hurafeye çoktan nihayet verdik,

Elif yenilendi, dal yenilendi.

Türkler, İslamiyet'i benimsedikten sonra kendi öz yazılarını (Göktürk runik yazısı) bırakıp Arap yazısını almışlardır. Arap yazısı Türkçenin ses yapısına uygun değildir. 'Arap elifbası 28 harflidir, Müslüman İranlılar, buna 'p, ç, j, g' ve 'n' sesi veren beş harf daha eklemişlerdir. İşte Türkler, bu 33 harfli İranlıların düzenlediği alfabeyi almışlardır.'

'Arap kökenli İran alfabesinde 'a', 'e', 'ı' diye değişik seslerle okunabilen elif dışında sesli harf yoktur. 'v' ve 'y' harfleri de yerine göre ünlü olarak okunuyordu. Sözcüklerin kökleri sessiz harflerden oluşmaktadır. Söz gelimi 't, r, k' köklü sözcük, Türk ya da terk diye okunabilir. Diğer yandan temelde aynı olup birbirine yakın sesler için ayrı harfler bulunmaktadır. Söz gelişi 'h', 's' ve 'z' seslerini yazabilmek için her birine üç ayrı harf gerekmektedir. Bu durum okumayı ve yazmayı zorlaştırmaktadır. Oysa Türk alfabesinde tek bir 'h', 's', 'z' bulunmaktadır. Bu özellik, okumayı ve yazmayı kolaylaştırmaktadır. Arap alfabesinde aynı harf, bir sözcüğün başında, ortasında ve sonundaki farklı biçimde yazılmaktadır. Bu nitelikler, Arap kökenli yazının yazılmasını ve okunmasını zorlaştırmaktadır (Prof. Dr. Şerafettin Turan, Türk Kültür Tarihi, s. 75-78).'


Eğitim öğretim de bu Arap kökenli yazı ile gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Ne var ki okunması da yazılması da zor olan bu yazı ile eğitim öğretim gören kimseler, sadece devlet adamları, saray çevresi, az sayıdaki aydınlar, şairlerdir. Kırsal kesimdeki halk eğitim öğretim görmekten uzak kalmıştır. Çünkü buralarda okullaşma olmamıştır.


'Türkçenin ses yapısına uymayan Arap alfabesi yerine Türkçenin ses yapısına uyan yeni bir yazıya gerek duyulmuştur. 1917'de öğrenim için Almanya'ya giden Türk öğrenciler, Türk Öğrenci Dernekleri kurmuş ve Türkçülük alanında çalışmalara başlamıştır. Başlarında Bekir Sami Sıtkı (Oransay)'ın bulunduğu bu gençler, 1924'te 5 ünlü olmak üzere 30 harflik Latin kökenli bir alfabe geliştirmişlerdir. Bu alfabeyi tanıtmak için de Yeni Yazı adlı bir dergi çıkarmışlardır.'


'1926'da Bakû'da Birinci Türkoloji Kongresi toplanmış ve Rusya'daki Türkler için Arap alfabesi yerine Latinceden alınan yeni bir alfabenin kabulüne karar verilmiştir.'


'Latin kökenli yeni bir Türk alfabesinin gerçekleştirildiğini gösteren yurt dışındaki bu gelişmelerin Türkiye'deki yazı sorununa belli bir oranda da olsa etkilediği söylenebilir. 1928 yılı başlarına gelindiğinde Türkçenin ses özelliğine uygun bir alfabenin saptanması için bir komisyon kurulmuş, bu komisyon, 3'ü uzman, 3'ü eğitimci, 3'ü de milletvekili olmak üzere 9 üyeden oluşmuştur. Komisyon Latin alfabesini olduğu gibi benimsememiş, bazı harfleri çıkarıp, Türkçenin ses özelliğine uyan bazı harfleri ekleyerek 8 ünlü, 21 ünsüz olmak üzere 29 harfli Yeni Türk alfabesini hazırlamıştır. (Prof. Dr. Ş. Turan, age. s. 79-80).'


Aslında Latin alfabesi diye bilinen alfabe, Orta Asya Göktürk kökenlidir. 'Şöyle ki Latin alfabesi, Etrüsk Runik yazısından türemiş bir alfabedir. Etrüsk Runik yazısı ise Göktürk Runik yazısıyla akrabadır. Yani bizim Latin alfabesi diye aldığımız harfler, aslında Göktürk harfleriyle aynı kökten gelmedir. Yani bu harfler, özbeöz Türklere aittir. Latin alfabesi aslında Göktürk alfabesinin zaman içinde farklılaşmış biçimidir. Atatürk'ün Türkçeyi Latin harfleriyle yazmaya karar vermesi, bir anlamda yeniden Göktürk yazısına dönüştür ki bunun adı, Cumhuriyet tarihi yalancılarının dediği gibi gavurlaşmak değildir, öze dönmektir( Sinan Meydan, Akl-ı Kemal 1, s.152-153).'

Cumhuriyet, tarihte ve dilde öze dönüştür.


Medeniyet köşe köşe uzandı,

Güzel eserlerle her yer bezendi,

Türklük benliğini tekrar kazandı,

Takvim yenilendi, dil yenilendi.


Türk tarihi Selçuklulardan ve Osmanlılardan ibaret değildir. Türkler, Osmanlılardan, Selçuklulardan önceleri de dünyanın her yanında büyük imparatorluklar kurmuşlardır. Bu devletler yıkılsa da yerine yeni bir Türk devleti kurulmuştur. Bu nedenledir ki Türk tarihi insanlık kadar eski ve engindir. Türk tarihinin eskiliğini ve enginliğini araştırıp ortaya çıkarmak için 15 Nisan 1931'de Türk Tarih Kurumu kurulmuştur.


Türk Tarih Kurumu'nun amaçlarından biri, İslam kimliği içinde kaybolmuş Türklüğün ve Türk tarihinin bütünlüğünü ve Türk kimliğini ortaya çıkarmaktır. Zira Selçuklu ve Osmanlılar, kendilerinin Türk olduklarını dile getirmezlerdi; Müslümanlığı öne çıkarırlardı, dahası Türkleri küçümser, aşağılarlardı. Ünlü Türk bilgini Ahmet Yesevi der ki: 'Din, bir seçimdir, Türklük ise bir kaderdir. Yani önce Türklük, sonra din gelmelidir.'


Kurumun diğer amacı, ulusal anlayışta bir tarih görüşünü egemen kılmaktır. Üçüncü amaç ise Türklerin uygarlıktan yoksun, yalnızca asker bir toplum olduğu suçlamasını çürütmek için her yerde ve her alanda Türk'ü, Türklüğü ve Türk uygarlığını aramak, ortaya çıkarmaktır.

Türk ve yabancı araştırmacıların bulgularına göre gerek Orta Asya'da gerek Anadolu'da yaşayan Türklerin yüksek bir uygarlık düzeyine erişmiş oldukları saptanmıştır.

Türkler uygar bir ulustur. Türkçe de kültür-sanat ve bilim dilidir. Yapılan kazılar ve araştırmalar bunu ortaya koymaktadır. Söz gelimi Türkler, Orta Asya'da yüksek bir kültüre ve tek tanrı inancına sahiptiler. Örneğin, Şölgen Mağarası'nda Rus ve Fransız araştırmacıların bulduğu yazıtlarda Türklerin İ. Ö. 14 bin yılında Tanrı'nın birliğine inandığını ve yazıyı kullandıklarını yazmaktadır.

Kırgızistan'da Saymalıtaş Vadisi'nde bulunan belgelerde, Türklerin tekerleği icat etiği; geyik, at, köpek gibi hayvanları evcilleştirdiği yazılıdır.

Türkler, Malazgirt Zaferi'nden önce de Anadolu'da yaşamaktaydılar. Ön Türkler adı verilen Orta Asya halkı İsa'dan Önce (İ. Ö.), 14-13 bin yıllarında göçmen olarak Anadolu'ya gelmişlerdir. Söz gelimi Prof. Dr. Erich Feigl'n açıklamalarına göre Çatalhöyük bulguları, Türklerin İ. Ö. 10 bin yıldan daha uzun süre Anadolu'da bulunduğunu göstermektedir.

Zira Göbeklitepe kazıları ve bulguları da Çatalhöyük'ten çok daha eski Türk yerleşimi olduğunu ortaya koymuştur. Servet Somuncuoğlu'nun Anadolu'da derlediği kaya resimleri, damgaları da Ön Türklerin Anadolu'ya İ. Ö. 13 bin yıllarında gelmiş olduklarını ortaya koymaktadır. Araştırmalara ve yeni bulgulara göre, Anadolu, ezelden beri Türk yurdudur.

Türk dili de insanlık tarihi kadar eski ve zengin bir dildir. Dil, iletişim ve düşüncelerin taşıyıcısıdır. Bu nedenle çok önemlidir. Dil aynı zamanda ulusallığı taşıyan ana etkendir. Türkçenin, İslamiyet'ten sonra en çok etkilendiği Arapça ve Farsça ile kökende hiçbir yakınlığı bulunmamaktadır.

Türkçe aile, yönetim, tarım, hayvancılık, avcılık, alanlarında çok zengin bir dildir. Ne var ki İslamiyet benimsendikten sonra Arapça ve Farsçanın istilasına uğramış ve giderek özbenliğini yitirmiş ve başkalaşmıştır. Arapça, Farsça ve birazcık da Türkçe karışımı yapay bir iletişim aracı ortaya çıkmıştır. Osmanlıca denilen bu yapay iletişim aracı bir dil değildir. Çünkü Osmanlı diye bir ırk yoktur. Osmanlı bir aile adıdır.

Osmanlıca denilen yapay iletişim aracı, Osmanlı Devleti'nin yüksek sınıf ve aydınlarınca yazı dili olarak kullanılmıştır. Osmanlıca üç bölüme ayrılır: Eski Osmanlıca 15. Yüzyılın sonuna kadar kullanılmıştır. Bu dönemde Türkçe yazan Gülşehri, Âşık Paşa, Kadı Burhanettin, Süleyman Çelebi gibi şair ve yazarlar da vardı. Klasik Osmanlıca 16. Yüzyılın başından 19. Yüzyılın ortasına kadar sürmüştür. Yeni Osmanlıca ise Tanzimat ve Serveti Fünun edebiyatının dilidir, Yeni Lisan ve Milli Edebiyat akımının başladığı 1912'ye kadar gelir.

Osmanlıca, Arap yazısıyla kullanılmıştır. Kırsal kesimde yaşayan büyük halk kitlesi Türkçe konuşmaktadır; ama eğitimden uzak kalmışlardır, çünkü okullaşma büyük kentler dışına taşmamıştır. Hele ki kadınların ve kızların okuyup yazması hiç düşünülmemiştir.

Devletin ve ulusun ölmezliği, varlığı, bağımsızlığı, ülküsüne ve kültürüne bağlıdır. Kültür ve ülkü dil ile gerçekleşir. Ulusun dili, herkesçe kolay anlaşılmalı, konuşulmalı ve yazılmalıdır. Nasıl ki yaban otların bastığı tarlada ekinler cılız ve verimsiz oluyorsa; yabancı dillerin istilasına uğrayan diller de öyle verimsiz ve cılız kalır. Cılız kalmış diller, ulusun kültürüne, ülküsüne, kendi sanatına ve bilimine hizmet edemez.

Aslında Türkçe istilaya uğramadan önce çok zengin ve güzel bir dil idi. Bunun en güzel örneklerini halk ozanlarımız deyişleriyle göstermişlerdir. Atatürk, tam bağımsız bir devlet ve tam bağımsız, çağdaş, laik, uygar bir ulus oluşturmak istemekteydi. Bu nedenle Türkçenin özüne dönmesi gerektiğini vurguluyordu: 'Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusu, geçirdiği sayısız felaketler içinde ahlakını, geleneklerini, anılarını, çıkarlarını, kısacası kendi ulusallığını yapan her şeyin, dili sayesinde korunduğunu görüyor. Türk dili, Türk ulusunun kalbidir, zihnidir (Prof. Dr. U. Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve düşünceleri, s.260).'

Türkçenin eskiliği, zenginliği ve enginliğini araştırmak, ortaya çıkarmak; Türkçeyi yazın, sanat, bilim dili durumuna getirmek için 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu. 1936'da Atatürk'ün isteğiyle Cemiyetin adı, Türk Dil Kurumu olarak değiştirildi.

Kurumun titiz çalışmaları sonunda kısa sürede Türkçe konuşma ve yazı dili durumuna getirildi ve eski zenginliğine kavuşturuldu. Ne var ki Atatürk'ün de belirttiği gibi 'Her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında onu yok edecek bir kuvvet belirir. Bizim dilimizde buna irtica derler. (ASD II, s. 67).' Atatürk ve Cumhuriyet karşıtları yani irticai kimseler zaman zaman, Cumhuriyetin kazanımlarına saldırırlar. Kimi 'Laiklik Anayasa'dan çıkarılsın' der. Kimi, 'atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz', der. Kimisi de 'Cumhuriyet, lügatimizi, dilimizi, kültürümüzü, düşünme setlerimizi yok etti', der. Fransız ve Çin devrimleri, yazılarını değiştirmedi diye de örnekleme yapar.

Gerek Fransızlar gerek Çinliler tarihsel süreç içinde yazılarını hiç değiştirmemiştir. Oysa Türkler kendi yazılarını bırakıp Arap yazısını benimsemişlerdir. Bu yazı sistemi de Türkçenin ses yapısına uygun değildir. Bunun için de değiştirilmesi zorunlu olmuştur.

Cumhuriyetin kazanımlarına karşı çıkanlar çok güzel düşüncelerini anlatabiliyor, çok güzel düşünebiliyorlar. 'Biz, Cumhuriyete karşı değiliz, kültür devrimine karşıyız' demek, Cumhuriyetin kazanımlarını tümüyle ortadan kaldırıp Cumhuriyetin içini boşaltmak, kuru bir söz durumuna getirmek demektir.

Atatürk'ün çalışma arkadaşlarından biri olan değerli devlet adamı Mahmut Esat Bozkurt'un en doğru saptamayı yapmıştır: 'Alfabe Devrimi'ne karşı çıkanlar, bu Arap harfleri, bu kadar mukaddes idi ise, 600 yüz yıl bu molla takımı, bu halkı neden okuma yazma öğretmeyip, kör, sağır bıraktılar? Gerçek şudur ki bunlar halkın okuyup yazamamasından memnundular. Çünkü okuyan ve yazan halk, bunları bunca asır sırtında taşımayacaktı.'

Günümüzde de okuryazarlardan ve düşünenlerden rahatsız olan üniversite yöneticileri ve makam sahipleri var. Halk bilgisiz kalsın, istediğimiz biçimde güdelim, diyorlar.

Atalarımızın mezar taşlarını okuyamıyoruz, geçmişle bağımız kesildi diyenler için Osmanlıca ve halkın dilinden örnekler verdim. Hangisi kolay anlaşılmaktadır? Siz karar verin.

1600'lü yıllar: Şair Nefi'den bir dörtlük:

'Girdi miftah-i der-i genç-i ma'ani elime

Aleme bezl-i Güher eylesem itlaf değil

Leh-i mahfuz-i sûhandır dil-i pak-ı Nefi

Tab'ı yaran gibi dükkançe-i sahaf değil'

Osmanlıca sözlük olmadan bir okuyuşta ne dediğini anlayan beri gelsin. Ayrı yıllar içinde yaşamış Karacaoğlan'dan bir dörtlük:

'Karacaoğlan der ki ismim öğerler

Ağı oldu yediğim şekerler

Güzeli sever diye isnad ederler

Benim Hakk'dan özge sevdiğim mi var?'

Kolayca anladınız değil mi? 1822'den bir mezar taşına bakalım, burada yazılanları bir okuyuşta anlayabilecek misiniz?

'Hüvel-Baakî

Server-i derya şeref bahş-î donanma-i şerif

Revnak-efşa-yı vezared dürr-i bî- hemta ferid

Şahbaz-ı evc-i ulya Şehsuvar-ı namdar

Kahraman Tayyar-ı sanifenn-i dryada vahid

Şir-i meydan-ı şecaat bir vezir-i ercümend

Ol Nasuh-zade Ali Paşa-yı derya- dil reşid

Din ü devlet hizmetinde nakd-i ömrin bezi idüp

Buldu unvan-ı veszaretle zini fevz-i mezîd'

Bu Osmanlıca örneklerin bir de Arap yazısıyla yazıldığını düşünün, eğitim öğretim görmemişlerin okuması ve anlaması mümkün müdür? Mümkün değildir. Bu yüzden halkımız yüzlerce yıl, kör ve sağır yani bilgisiz bırakılmıştır.

Cumhuriyet, çağdaşlıktır, laikliktir, akıl ve bilim yolunda yürümektir. Cumhuriyet, öze, aslına kendine dönüştür. Türk ulusunun yeniden dirilişidir. Atatürk'e, Cumhuriyet'e, onun kazanımlarına karşı çıkış, ulusa, vatana, tarihe haksızlıktır.

Cumhuriyetimizin 99. Kuruluş Yılı kutlu olsun. Cumhuriyeti kuran başta Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere tüm şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.

(*) Metinde geçen dörtlükler, halk ozanlarımızdan Halil Karabulut'un Yenilendi şiirinden alınmıştır.