Avrupa, Asya, Afrika, Kafkaslar ve Arap ülkelerinde yüzyıllarca egemenlik kuran Osmanlı Devleti'nin, 1699 Karlofça Anlaşmasından sonra toprak kaybıyla birlikte egemenlik gücü de gittikçe zayıflamaya başladı. Bu dönem Osmanlı'nın itibarının kaybolmaya başladığı yıllardır. Şüphesiz Dünyanın en güçlü devleti Osmanlı bilme, teknolojiye, eğitime, sanat ve kültüre önem verseydi; Dini, hurafelerle yönetmeye başlayan cemaatlerin hakimiyeti yerine, akıl ve mantığı esas alan gerçek Müslüman din adamlarına değer verseydi bu çöküş süreci yaşanmayacaktı. Aksine eskisinden daha güçlü bir Osmanlı olacaktı.
Osmanlı devlet adamları, bilim insanları, fikir insanları, şeyhülislamlar Anadolu'da yanan medeniyet ateşini, Anadolu insanının irfan gücünü, Anadolu toprağının bereketini kavrayıp daha da güçlendirmek, dünyaya yaymak yerine uzak Avrupa, Afrika topraklarında hakimiyet kurmaya çalıştı. Temeli kuvvetli olmayan ateş, gittiği yerlerde sönmekle kalmadı, Anadolu'da yanan alevin de zayıflamasına neden oldu; çünkü ateşe ne odun atacak kimse kalmıştı ne de ateşin yanmasını sağlayacak malzeme. Oysa aynı yüzyıllar içinde Avrupa ülkeleri bilim, teknik, sanayi, sanat ve kültür konularında reformlar yapmıştı.
Karlofça kaçınılmazdı, beklenen sonuçtu.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı devleti topraklarında yaklaşık 13 milyon insan yaşıyordu. Sürekli savaşlar yaşandığı için kadın nüfus oranı erkeklere göre daha fazlaydı. Ayrıca bu nüfusun yaklaşık 11 milyonu köylerde yaşıyordu. Köy sayımız ise 40 bin civarındaydı. Bu köylerde henüz traktör yoktu. Köylünün elinde karasabandan başka alet de yoktu. Daha da kötüsü 38 bin köyde ne yazık ki okul da yoktu. Ülkede 4894 ilkokul, 72 ortaokul, 23 lise vardı. Bu liselerinde sadece 230 kız öğrenci eğitim görüyordu. Daha da acısı eğitime, okullaşmaya önem vermeyen ülkemizde, her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu ya da gidemiyordu. O günkü şartlarda öğretmenlerin durumu daha acıklıydı; çünkü öğretmenlerden üçte birinin öğretmenlik eğitimi yoktu. Toplumun genel yapısında ise 100 erkeğin 7' si okuma yazma bilirken bu oran kadınlarda 1000 kadının 4'ü oranındaydı. Zaten okur- yazar erkeklerin büyük bir kısmı subay veya gayrimüslimlerdi.
Üniversitemiz ise sadece Darülfünun isminde tek bir üniversiteydi ve o da medrese müfredatı ile eğitim verirdi.
Bir ülke açısından tablo vahimdi. 17. Yüzyılın sonlarındaki çöküşün başladığı Karlofça'nın temelinde eğitime, bilme, teknolojiye, sanata ve kültüre önem verilmemesi yatmaktadır.
Osmanlı, Dünya hakimiyetini toprak yüzölçümünü büyüterek yapacağını sandı, Avrupa ise bu gerçeği bilimde, teknikte, sanayide ve dile sahip çıkmakla olacağını düşündü.
Aynı tarihlerde Amerika'da ve Avrupa'da hem ileri derecede modern okullar hem de modern tarım uygulanıyordu. Modern tarım ve sanayi eğitim ve okullaşma ile olur. Biz bu okullaşma ve eğitim reformunu yapamamıştık. Türk halkına bilim, teknoloji, sanayi, sanat ve kültür eğitimi yaptıramadığımız için, sadece dini okullarda eğitim verildiği için Osmanlı Devleti gelişen devletler karşısında tutunamadı. Öyle ki ortalama insan ömrü 40 yaş civarındaydı. Bu 40 yılda insanımız, bir taraftan sıtma, trahom, frengi, verem, tifüs, tifo salgını ile uğraşırken diğer taraftan da sığır vebası ile uğraşıyordu. Bütün ülkede sağlık eğitimi yok denecek kadar azdı. Ülkede sadece 337 doktordan 8'i Türk'tü. Diş hekimimiz hiç yoktu. 136 ebenin olduğu Osmanlı topraklarında, doğan her 2 bebekten 1' i ölüyordu. İşin bir başka acı tarafı da şuydu: limanlar, madenler, demiryolları yabancılara aitti. Zaten toplam sermayenin sadece yüzde 15'i Türkler'e aitti. Aynı yıllarda sadece dört fabrikamız vardı: Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri fabrikaları… Enerji kaynaklarından elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı. Osmanlı topraklarının tümünde sanat, spor, tiyatro, müzik, heykel, yüzme, resim, spor ile ilgili hiçbir çalışma yoktu. Bu çalışmalara din adamları yasak getirmişti. Resim dalında sadece minyatür, spor da ise kişisel güce dayanan güreş ile Türklerin ata sporu cirit oyunları düzenleniyordu.
Tüm bunların temelinde Osmanlı'da eğitimin ihmal edilmiş olması, dar bir çevrede uygulanmış olması ve halkın eğitim alamamış olması yatmaktadır.
Eğitimin temeli olan 'dil'ise tam bir yürek yarasıydı. Osmanlı Devleti'nin eğitim ve yazışma dilinin Arap harfleriyle yapılması Türkçenin yok olmasına neden olmuştur. Zaten 11. Yüzyılda yazılan Divan-ü Lügat'it Türk adlı baş yapıt ve arı-duru Türkçe seslendiren ozanlar olmasaydı bu gün Türkçe kaybolmuştu denilebilir. Bu durumda 400 sene boyunca Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler ile bu dillerin terim, terkip ve tamlamaları Türkçeye yerleşmiş; devletin konuştuğu dil Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerin bir araya gelmesinden oluşmuş ve Osmanlı Türkçesi adıyla yeni bir dil ortaya çıkmıştı. Eğitim sadece Kur'an'ın öğretilmesi olarak düşünülmüş; halk bu konuda din adamlarından eğitim almıştır. Sultanlar, Sadrazamlar, Paşalar halkın eğitimi konusunu hiç akıllarına getirmemiş belki de gerek duymamışlardır. Camilerde verilen vaazları bu konuda yeterli saymışlardır.
Eğitimin temeli olan kitap ise Osmanlı topraklarına, aslen Macar olan İbrahim Müteferrika isimli bir kültür insanının gayretiyle, din adamlarının karşı çıkmasına rağmen 1720'lerde matbaada basılabildi. Osmanlı topraklarında ilk kitap basıldığında Avrupa'da 234 yıl önce kitap basılmıştı bile. Daha da acısı matbaa kurulduktan sonra 150 sene boyunca sadece 417 kitap basılabilmişti; çünkü kitap okuyan da yoktu. Bu döneme kadar Avrupa'da yaklaşık 2.5 milyon kitap basılmıştı. Bu vahim tablonun en ağır tespitini yapan ise Voltaire olmuştur. Yazar diyor ki 'İstanbul'da bir yılda yazılanlar, Paris'te bir günde yazılanlardan azdır!'
Dünyada bu güne kadar hiçbir gelişme, ilerleme tesadüfen ya da sihirli sopanın değmesiyle olmamıştır. Her bir gelişmede, ilerlemede yoğun bir eğitim, bilgi, çalışma, emek, alın teri vardır. Toplumlar eğitimle aydınlanır; aydınlanan toplumlar da gelişir. Gelişmiş toplumlarda hukuk, adalet, insani değerler kalıcıdır ve herkes içindir.
Günümüz Türkiye'sinde eğitime bu pencereden bakmamız gerekiyor.