Okumak, benim için ilkokul öncesi başlamış ve kısa sürede bir tutkuya dönüşmüş… 'Mış'lı zaman kullanıyorum, çünkü ne zaman ve nasıl öğrendiğimi hatırlamıyorum. Bana soracak olursanız, kendimi bildim bileli okur-yazarım. Okumak tutkusu ileriki yaşlarda akademisyen olmamda çok önemli bir rol oynadı. Yaşam serüvenimde hiç kuşkusuz, kuşakdaşlarımın ve hatta benim bir üst kuşağımın hatırlayacağı 'Ayşegül' serisi çok önemli bir yer tutmuştur.
Orijinal adı 'Martine' olan ve Fransızca olarak, Belçikalı Marcel Marlier ve Gilbert Delahaye tarafından ilk kez 1954 yılında yazılan bu seri (bilmeyenler veya okumamış olanlar için) Martine (Türkçe adaptasyondaki adıyla Ayşegül) isimli bir çocuğun, muhtelif, çocuk saflığındaki maceralarını içermektedir. Ayşegül taşınır, hasta olur evde kalır, küçük anne olur kardeşine bakar, tavan arasında eski kıyafetler bulup arkadaşlarıyla kıyafet balosu düzenler, çiçek festivali yapar, gemiyle seyahat eder, uçağa biner, sahile gider, teyzesine kalmaya gider…Bu maceralar ilk aklıma gelenler ve defalarca okumuş olduğum maceraları. O zamanlar ben de çocuk saflığımla, okumanın en doğal insani hakkım olduğunu, beni hayvandan ayırdığını ve sağlıklı gelişen, özgün düşünebilen bir birey haline getirdiğini düşünürdüm.
Okumaya devam ettim, sadece kitapları, ansiklopedileri değil aynı zamanda; ilkokulu, ortaokulu, liseyi bitirdim. Maalesef öğrendim ki okumak en doğal hakkı değilmiş kızların Türkiye'de, ne Ayşegül'ün maceralarını, ne de ortaokulu, liseyi. Hakkı değilmiş Türk kadının özgün düşünebilen bir birey haline gelmek.
Belki Martine'in maceralarının arasında yok ama Türk versiyonu Ayşegül evde kalır, başarıları görmezden gelinir, belki Ayşegül Kaya olsa giderdi üniversiteye ama ne gerek Türkiye'de yok para-pul Ayşegülleri okutmaya. Ayşegül çocuk gelin olur, Ayşegül büyür kadın olur, yasaktır Ayşegül çalışamaz, yoktur hakkı yaşayamaz ve nihayet Ayşegül ölür, öldürülür, cehaletin kurbanı olarak çocuk yaşta kaçtığı, everildiği tarafından….Vakit daha erkenken kaç Ayşegül, firar et.