Avrupa’daki Türklerin Geleceği Elmada Gizli!

Türkiye ile Almanya arasında 31 Ekim 1961'de imzalanan bir anlaşma ile hukuki zemine oturan, Türklerin Avrupa'ya doğru yaptıkları 'işçi göçü', bir yıl dönümünü daha sessizce geride bırakıyor. İlk işçi kafilesi, Şekip Ayhan Özışık'ın 'Yine hazan mevsimi geldi / Yine yapraklar rüzgarların peşi sıra gidecek' mısralarına nazire yaparcasına Kasım 1961'de Haydarpaşa Garı'ndan 'bir Almanya öyküsü'ne doğru savrulmuştu.

Yarım asrı geride bırakan bu göç öyküsü; kahramanları Türkiye'ye dönme hayali ile Almanya'ya yerleşme sevdası arasında kalınca bambaşka bir mecraya taşındı. Bu öykü, değişen gerçeklik anlayışına da paralel biçimde, bir modern zaman romanına dönüşme yolunda hızla ilerlemekte. Şüphesiz bu dönüşüm kolay bir biçimde gerçekleşmiyor.

Avrupa'daki beş buçuk milyon Türk, iki dilin ve iki kültürün çatışması altında çok sancılı bir 59 yılı geride bıraktı. Sanırım bugün kahramanın halen hayatta kalmasını ve öykünün değişen gerçeklik algısına rağmen devam edebilmesini Türkçenin gücüne borçluyuz dersek hiç de yanlış söylemiş olmayız.

1970'lerden itibaren verilmeye başlanan Türkçe ve Türk kültürü dersleri, Almanya'da 'yabancılaşma' tehlikesini bertaraf etmede şimdiye dek çok önemli bir rolü üstlendi. Ancak gerek Almanya'da gerekse Avrupa'nın diğer ülkelerinde yapılan birçok araştırma; başlarda acil yardım görevi gören bu derslerin yabancılaşma ve kaybolma tehlikesi altındaki kahramanı yaşatmak için artık yeterli olmadığını da ortaya koyuyor. Önceleri ulusal duygularla ve gönüllü olarak takip edilen dersler, maalesef bugün ebeveynlerin ısrarı ile gidilen ve öğrenciler açısından çok da anlamlı görülmeyen aktivitelere doğru evriliyor. Bunun birçok sebebi var: Notların karneye çoğu zaman geçmemesi ya da akademik başarı notuna doğrudan etki etmemesi bu sebeplerin başında geliyor.

Diğer taraftan 2018 eğitim-öğretim yılının başında Mitte ve Friedrichshain-Kreuzberg belediyelerinin Türkçe dersi için sınıf kullanım ücreti talep etmeleri, bölgesel bir örnek olmanın ötesinde Alman tarafının bu derslere takındığı tavrı göstermesi açısından da önemli. Nitekim Türkiye'nin Berlin Büyükelçiliği Eğitim Müşaviri Cemal Yıldız da bu ve buna benzer kararları Türkçe derslerinin önüne çıkarılan düşündürücü ve anlamlı engeller olarak yorumlamakta.

Almanya; ilk yardım mahiyetindeki bu derslere tepkisini gösteredursun, yapılan çalışmalar derslerde görev alan Türkçe öğretmenlerinin de derslere ilişkin şikayetleri olduğunu ortaya koymakta. Öğretmenlerin %43'ü ders saatine ayrılan süreyi, %75'i ise ana dili derslerine ilişkin yürütülen sistemi yetersiz bulduklarını ifade etmektedir.

Peki derslerden gitgide uzaklaşan, uzaklaştırılan çocuklarımızı yeniden ve daha güçlü bir şekilde Türkçenin kapsama alanı içine nasıl çekmek gerekir ya da başka deyişle kanayan bu yaranın çözümü nedir?

Çözüm, modern zaman romanına evrilen bu göç öyküsünde gizli. Türkçe dersleri de yerini hızla Türkçe-Almanca eğitim verilen immersiyon modelli okullara yani öğrencinin eğitim-öğretim sürecinde iki dilini de aktif olarak kullanabildiği 'iki dilli okullara' bırakmalı.

Bu dönüşüm nasıl mı olacak? Buna Mevlana Celaleddin Rumî'nin vaktiyle söylediği bir soruyla cevap verelim isterseniz: 'Çocuk kırmızı elmayı görmeden, elindeki kokulu soğanı bırakır mı?'