Bir akşam üstü seanslarım bitmiş biraz dinlenirken buldum kendimi.
Masamda yanan soluk lambanın altında çayın rengi daha parlak görünüyordu. Evet, lamba soluk, çay parlak… Öyle ya, hiç ışık olmamasından iyidir. Hatta çok parlak olsaydı da çayın rengi bu kadar parlak çıkar mıydı tartışılır? Her şeyde olduğu gibi bunda da denge iyi hissettiriciydi. Ben de keyifliydim. Ne geldiyse aklıma tam o sırada geldi.
İçimde bir yanım 'küçük anlar yaratmalıyız.' diye ahkam keserken, bir yanım 'ne an'ından bahsettiğimi soruyordu. Sahi an ne, kime göre neye göre?.. Düne göre mi, şu anın ihtiyacı mı? Bilemiyorum.
An dediğimiz şey birkaç milisaniye öncenin yansımasıdır. Tıpkı ölü bir yıldızın ışığının yansıması gibi… Böyleyse an, olan değil de hissedilen diyebiliriz. O zaman geçmişte takılı kalan biri de pek ala 'an'da kalmak istiyor olabilir. Ama hangi anda? Geçmişte mi şimdi de mi? Belki de odaklanılması gereken bir an yoktur. Mesele odaklanılmaması gereken anlardır. Zira geçmişte de odaklanılması gereken güzel anlar vardır ve bazen odaklanılmalıdır doya doya… Peki ya şimdiki andan memnun değilsek odaklanmalı mıyız; Yoksa değiştirmeli mi? Mevzu şimdiki an değil de iyileştiren anlar olmalı… Geçmişte ya da gelecekte bir yerlerde saklı olan anlar…
Belki de an, çelişkinin ta kendisidir. Tıpkı soluk lambanın çaya kattığı parlaklık gibi. Oysa denge diye başlamıştı kelime yolculuğum… Çelişkiyi hep sevmişimdir. Çünkü biliyorum ki gerçek cevaplar net değildir. Çelişkidir asıl olan... Çelişki, dengeyi bulmanın hakiki yoludur. Tıpkı kaldırım köşesinde yürüyen bir çocuğun kollarını iki yana kocaman açarak dengeyi bulması gibi… Belki de insan anda kalmayı değil, anın çelişkisinden doğan dengeyi aramalıdır.
Özgürce çelişebileceğimiz zaman dilimleri diliyorum. Anda kalmak değil çelişkide kalmaktır 'bazen' olması gereken...