0

Farklı bir yönetim sistemi getirmeyi öngören Anayasa değişikliğinin 16 Nisanda yapılan referandumun sonucunda çok küçük bir oy oranı farkıyla kabul edilmesini müteakip, referandum sonuçları; bir yandan iç ve dış kamuoyunda değişik tartışmalara ve değerlendirmelere konu olmuş, bir yandan da yeni yönetim sisteminin uygulanmasına start verecek olan ve yaklaşık iki buçuk yıl sonra yapılacak olan 2019 yılı seçimlerinin sıcaklığının şimdiden hissedilmesini sağlamıştır. Özellikle referandum sonucu biraz daha belirginleşen her iki yüzde ellilik grubun, bu siyaset ve demokrasi koşusunu son yıllardaki seçim trafiğinin yoğunluğu nedeniyle uzun bir maraton olarak algıladıkları veya algılamak zorunda kaldıkları görülmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisinin kendi oy potansiyelini ve referandum sonucunda evet diyenlerin oranını dikkate alarak, kendi seçmen tabanındaki erozyonu kısmen kabullendiği ve nedenlerine odaklanmak amacıyla çalışmalara başladığı anlaşılmaktadır. Siyasi iktidarın; kendi seçmen tabanının geleneksel eğilimleri, mevcut siyasi yapılar ve seçim mevzuatı dikkate alındığında, olağan şartlar altında, 2019 yılındaki seçimlerde TBMM'de çoğunluğu sağlama açısından bir endişe taşımadığı görülmektedir. Ancak, referandumda değişik nedenlerle hayır oyu verenlerin bu birlikteliklerinin devamının sağlanması gerektiği hususunda yoğun bir düşüncenin oluşması, bu bakış açısının çeşitli söylem, değerlendirme ve önerilere yansıması ve bu bağlamda bazı siyasi hareketlenmelerin olması dikkat çekmektedir. Bu süreçte yeni siyasi oluşumların ve ittifakların gerçekleşmesi hususunda bir belirsizlik olmakla birlikte, 2019 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde; referandumda hayır oyu verenlerin ilkeler bazında buluşabileceği ortak bir adayın çıkarılması ve böyle bir yöntemle referandumdaki hayır oylarının geliştirilerek konsolide edilmesi olasılığının siyasi iktidarı telaşlandırabileceği anlaşılmaktadır.

Yukarıda sıralanan gelişmeler ve ihtimaller doğal olarak siyasi iktidarı işi sıkı tutmaya yöneltecek ve yapacakları analizlerden bazı sonuçlara ulaşacaklardır. Ancak, bir analiz yapmadan da; belirgin olan ve tepkiler çeken bazı yanlış söylem, davranış ve uygulamaları kamuoyunun yanı sıra siyasi iktidarın da bildiği herkesin malumudur. Nitekim, uzun süreden beri gündemden düşmeyen Adalet ve Kalkınma Partisinin kuruluş ayarlarına geri dönmesi gerektiğine ilişkin ısrarlı değerlendirmelerin özünde de bu gerçek yatmaktadır.

Sosyal açıdan ve ekonomi penceresinden bakıldığında ise; Adalet ve Kalkınma Partisi İktidarını destekleyenlerin de sık sık ifade ettikleri gibi; bu süreçte önemli bazı kazanımlar sağlandığına ilişkin değerlendirmeler doğru bir tespittir. Özellikle İktidarın ilk yıllarında; belediyelerin hizmet duyarlılığı, TOKİ uygulamaları, SSK'lıların tüm hastane ve eczanelerden yararlanabilmeleri, aile hekimliği, duble yollar, uçakla ulaşım imkanlarının artması, dış konjonktürün borçlanma imkanları yaratması, sosyal yardımların artması ve vatandaşın şikayetçi olduğu bazı bürokratik uygulamaların ıslah edilmesi gibi farklı yaklaşım ve icraatlar; hem iktidarın bir seçmen tabanının oluşmasını hem de oyunu artırmasını sağlamıştır. Diğer yandan, büyük maddi kaynak gerektiren hava limanı, boğaz köprüsü, tüp geçit, tünel, otoyollar vb. kapsamlı ve entegre projelerin kamu özel işbirliği gibi yöntemlerle hizmete sokulmasına ilişkin çabaların; ekonominin gücünün bir simgesi olarak ve görsel şov niteliğiyle zihinlerde etkili olduğu ve olumlu bir algı yarattığı görülmüştür.

Ancak, son referandumun sonuçları dikkate alındığında; Ülkemizdeki siyasi gelişmelerin ve kutuplaşmanın yanı sıra yukarıda sayılan ve geçmişte olumlu etkiler yapan alanlarda ve diğer hizmetlerde günümüzde yaşanan aksamaların, performans düşüklüklerinin, önceliklerdeki ve duyarlılıklardaki değişikliklerin, oluşan yeni sorunların çözümündeki yavaşlığın, söz konusu büyük projelerin gerek vatandaşa gerekse Devlete olan dolaylı maliyetlerinin hissedilmesinin, bu tür hizmetlerin Devletin asli görevi olarak kanıksanmasının ve seçmenlerin diğer beklentilerinin daha öne çıkmasının da, seçmen tercihlerindeki değişmeleri izah etmeye yardımcı olacağı anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla; enflasyonun, faizlerin ve işsizliğin çift hanelere çıktığı, cari açığın şimdilik dizginlenebildiği, büyümenin arzu edilen seviyede olmasa bile devam ettiği ve bütçe disiplinin mevcut şartlarda kontrol edilebildiği bir ekonominin ihtiyaç duyduğu rasyonel adımların atılmasında 2019 yılına giden bu süreçte bir etkilenme olup olmayacağı merak konusudur. Özellikle de yapısal reformların (yapılması gerektiği hususunda herkesin uzlaştığı, ancak nelerin bu kapsama ve tanıma girdiği konusunda farklı görüşlerin olduğu bir alan) uzun vadede olumlu, kısa vadede ise olumsuz etkisi dikkate alındığında, bu reformların 2019 yılından sonraya ertelenme olasılığı tartışmaya değerdir. Ülkemizdeki mevcut siyasi, sosyal ve iktisadi şartlar ile küresel konjonktür değerlendirildiğinde; 2019 yılına gidilen bu süreçte siyasi iktidarın nasıl bir ekonomi politikası izleyeceği hususu önem kazanmaktadır. Bu konuda dört alternatif öne çıkmaktadır. Birincisi; ekonominin ihtiyaç duyduğu rasyonel refleksleri göstermek, ikincisi; 2019 yılı seçimlerine kadar seçmenlerin memnuniyetine ağırlık vermek, üçüncüsü; ilk iki seçeneği bir arada götürmeğe çalışmak, dördüncüsü ise; 2017, 2018 ve 2019 yıllarında farklı ekonomi politikalarına ağırlık vermek. Ancak, gündeme gelebilecek bir erken seçim ile küresel ve iç ekonomik gelişmelerdeki beklenmeyen olumlu ve olumsuz dalgalanmaların; anılan bu dört seçeneğe ilişkin projeksiyonları etkileme gücünün de dikkate alınmasında fayda vardır. Bu kapsamda, muhtemel Kabine değişikliği sonucunda, yeni dönemin ekonomiden sorumlu bakanlarının belli olması; izlenecek ekonomi politikalarının kısmen sinyalini verebilecek, ancak bizleri kesin bir yargıya ulaştırmayacaktır. Asıl olarak, zaman ilerledikçe ve uygulamalara şahit oldukça sağlıklı bir değerlendirme ve projeksiyon yapma imkanı doğabilecektir.